Bu sene 61. kez yapılan Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’ni protesto etmek yerine gitmeyi seçenlerdenim, çünkü ülkemizde gerçek anlamda sansür denen olguyla hiçbir festival yönetiminin yüzleştiğini düşünmüyorum, festivallerin yapılmamasına kadar varan süreçte kazanan baskıcı yönetim oluyor, sektör ise kaybetmiş bir halde yoğun sorgulamalar, ayrışmalar içinde birbirini suçlama yolunu seçiyor. (Bu arada sektörün bütün bileşenleri oradaydı!) Bunun kimseye faydası yok, Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek bu sene geçen sene yaşanan alengirli süreçten sonra Kültür Bakanlığı’nı devre dışı bırakarak festivali kendi imkanlarıyla yapma yolunu seçti, öte yandan geçen sene gösterimi yasaklanan Nejla Demirci’nin Kanun Hükmü belgeselinin ‘Özgür Portakal’ kapsamında gösterilmesi düşünülüyordu ama bu kez valilik gösterimi yasakladı. Buradan bile konfor alanlarımız dışında yaşananlara müdahale edemediğimiz gerçeği karşımızda dimdik duruyor. Neler yapamadığımızdan çok ‘neler yapabiliyoruz’lara bakma zamanı!

Festivaller arasındaki gergin dinamik de filmler üzerinden devam ediyor, bu sene filmler açısından Altın Koza’nın yılıydı, Altın Portakal’ın yapılıp yapılmayacağı belli olmadığı için biraz daha farklı dinamikteki filmler vardı ya da sinema yazarı ve festivalin ön jürisi Tunca Arslan’ın talihsiz açıklamalarında olduğu gibi seçilen filmlerdeki temalara özellikle mi dikkat edilmişti? Gerçi Arslan soru üzerine o konuda bir film gelmediğini söylüyor sanki! Bir de 12 film çok olmuştu sanki, ulusal yarışma bitmek bilmedi!

Şimdi genel yarışma filmlerine bakacak olursak kadın isimleriyle müsemma filmlerin çoğunlukta olduğu ve jürinin ilgisinin de onlara yöneldiği filmler ödül kazandı, bir anlamda bu yıl kadın hikayelerine yaslanmış filmler öne çıktı. Bizim ülkemizde filmler yıllara, dönemlere göre tematik unsurlarla bezeniyor genelde. Bir ara Kürt sorunlarına el atan filmler, sonra mülteci olma kavramı, şimdi de kadınlar, sonrasında çocuklar ve belki de hayvanlar… Önümüzde katman katman bekleyen sorunlar içinden toplumsal tepkilere göre film üretme kaygı ve azmi devam ediyor, kötü bir şey değil ama çeşitlilik azalıyor.

En iyi Yönetmen, En iyi ilk film ödülü başta olmak üzere birçok ödül kazanan Necmi sancak imzalı Ayşe’de en iyi kadın oyuncu ödülünü Nur Sürer ile birlikte paylaşan Binnur Kaya etkisi olduğu açık. Konu seyirciyi yakalayan, bir abla ve down sendromlu kardeşinin zorlu, inişli çıkışlı hikayesine dayanıyor. Filmin adı ‘Ayşe ve Sigara’ bile olabilirmiş, bazı filmlerde durum kurtarıcı, etki arttırıcı olarak sigara kullanımın bir karakter gibi kullanılmasına karşıyım, aynı şey Ümran Safter’in Seni Bıraktığım Yerdeyim filminde de vardı. İç sesleri ve sigara dumanına bırakılmış anlatım, donuk diyaloglar bir içsel sorgulamanın gücünü engelleyip Damla Sönmez”e sigara içerek uzaklara bakmak düşüyordu. Ayşe’de ise tekrarlı anlatım, ileri ger gidişler ve duygu sıkışmalarının arasında hikaye açılacağına eriyip gitti, jürinin duygusal bir kararla Ayşe’ye sarıldığını düşünmeden edemedim!

Fidan ve Gülizar’da farklı anlatımlar içerse de Fidan; okuyamayan kız çocuklarının okuması yönünde ivme geliştirmeye çalışan ama neden en iyi kurgu ödülü aldığını anlamadığım bir film oldu. Belkıs Bayrak imzalı Gülizar, iyi bir sinema bakışıyla maalesef sahici kılmakta zorlandığı bir filme imza atmış. Ecem Uzun Gülizar karakterine iyi bir şekilde hayat veriyor. Evlilik arifesinde tacize uğrayan bir kızın iç sorgulamasına eğilmeye çalışan filmde, laflar, eylemler gerçekçi olmaktan uzak bir şekilde karşımıza çıkıyor, jüri bu filmde kostümleri ve sanat yönetimini sevmiş!

Sadece en iyi senaryo ödülünü (ve oyuncusu Nejat İşler’e en iyi erkek oyuncu) kazanan Ümit Ünal, aslında sinemanın yaslandığı şeyi en iyi yaptığını her festivalde senaryo ödülüyle ispat ediyor ama jüri nezdinde filmlerinin yeterince sorunlara parmak basıcı bulunmadığını düşünüyorum. Evcilik, şehirli ve köylü bir çift arasında yaşanan, biraz gerginlik yaşatan, seyirciye keyifli bir yandan da ufak da olsa sorgulatıcı şeyler anlatan bir film olmuş. Ama dediğim gibi bu senenin teması baştan belli olmuş, kadınların her geçen gün erkek cinayetine kurban gittiği ülkemizde kadınlar sinemada bir nebze görünür olmayı başarıyor ama gerçek hayatta onları koruyamıyoruz maalesef! Hala dizilerde şiddet gören, öldürülen, aşağılanan kadın hikâyeleri yazılıyor ve ilgiyle izleniyor. Bunları farkındalık oluşturmak için yazdıklarını söyleyenler reyting kaygısı için bunu yaptığını itiraf edemiyor!

En İyi film ödülü Erdi Işık’ın yazdığı, Nadim Güç’ün yönettiği Mukadderat oldu. Filmi eleştirmenler de halk da çok sevdi. Saatlerce alkışlandı kısmı da gerçekti. Nur Sürer’in oyunculuk dersi verdiği filmde, kocasını kaybeden yaşlı bir kadının, oturup kaderine razı olmak yerine, üretmeye, çalışmaya devam etmesi, yeniden evlenmek istemesi gibi temalar o kadar samimi, içten işlenmiş ki, filme gönlünüzü bırakıveriyorsunuz. Nadim Güç bir dizi yönetmeni, senaryonun da pırlanta gibi olması sebebiyle tam seyirci dostu bir film çıkmış ortaya. Festival filmi kavramını biraz yana ittiren, bir derdi, konuyu anlatırken illa kasıcı, sıkıcı olmak zorunda değiliz diyen bir yapım olmuş. Örneklerinin artması dileğiyle. Belki böylece ‘festival filmi’ kavramı da biraz esnekleşir, bu yönde örnekler artar! Bu arada Antalya seyircisi her filmi bağrına bastı, her zaman olduğu gibi ilgileri yerindeydi, filmleri bir evsahibi ilgisiyle karşıladılar. Festivaller o şehrin insanı için yapılıyor, onların katılım ve ilgisini görmek mutlu ediyor! O yüzden sektördeki bazı insanların festivallerin yapılmaması yönündeki talepleri o şehrin insanına verilecek bir ceza gibi duruyor!

Bu sene kısa filmleri de izleyebildim ama açıkçası En iyi Kısa film Ödülü kazanan Cansu Baydar imzalı Neredeyse Kesinlikle Yanlış filmini çok etkili, tamamlanmış bulamadım. Hazal Beril Çam Sinek gibi filminde kadın cinayetlerine dikkat çekmiş ve bunu değişik bir algı ve anlatımla yapmış, benim tercihim bu yönde o olurdu ama jüri böyle uygun görmüş, yapacak bir şey yok! (Ece Dizdar’ın filmini hastalandığım için izleyemedim bu arada).

 

Banu Bozdemir
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.