Evet geldik bir festivalin daha sonuna… 43. kez düzenlenen İstanbul Film Festivali yine az da olsa bir aksiyon dalgası yaratmaya başardı, ama en azından biz basın mensupları için gelenekselleşen bazı aktivitelerden yoksun kalmanın hüznünü de yaşatmadı değil. Mesela tekne gezisi, Köprüde Buluşmalar’ın Cezayir Lokantası’nda her akşamüstü düzenlenen buluşma kokteylleri, Litera’da yapılan brunchlar ve Aksanat’ın cafesinde kamp kurduğumuz eğlenceli zamanlar… Bu sene basın mensupları, sinema yazarları ve festivalde filmleri olan yönetmenler Pera Müzesi salonunda yapılan gösterimleri takip etti daha çok, arada listenin dışına çıkıp farklı salonların yolunu tutmaya çalıştık.

Gelelim filmlere ve sonuçlara… On filmlik ulusal yarışmada bir tek Ozan Yoleri imzalı Başlangıçlar’ı izleyemedim…  Jüri diğer ödüller içerisinde sadece En İyi Görüntü Yönetimi’yle ödüllendirdiği Nehir Tuna imzalı Yurt filmini en iyi film seçti. Nehir Tuna’yı kısa filmlerinden tanıyorum, hatta kendisiyle röportaj yapmıştık… Yurt doksanlı yılların laik kesimiyle dini kesimin çatışması üzerinden bir cemaat yurdunda yaşananları anlatıyor. O zamanlar ülke liberal bakış açısıyla (Süleyman Demirel kabinesi) yönetiliyordu ve türban davası büyük bir sorun teşkil ediyordu. Şimdi ise siyasal İslamcı bir bakış açısıyla yönetiliyoruz ve cemaat yurtlarında daha beter şeyler yaşanıyor. Bir tek cemaat yurt ve okulları daha bağlantılı hale geldi. Tuna 90’lı yıllarda babasının zoruyla kaldığı cemaat yurdunda zorlanan, kimliğini gizlemek zorunda kalan ve en iyi arkadaşı olarak kabul ettiği Hakan’ın gizemleri arasında bir denge kurmaya çalışan, ergenliğin verdiği cesaretini yurtta bir hayli bastıran Ahmet’i anlatıyor. Siyah beyaz çekimler, klostrofobik ortamlarda o bastırılmışlığı hissettirmeye çalışan yönetmen, özgürlük algısını da çayır çimen, deniz, göl ve bir hesaplaşmanın gölgesinde cinsel tacize kadar uzandırıyor. Bu anlamda cesur, biraz kafası karışık ama gerçeğe dönük bir bakış açısı sunduğunu söyleyebiliriz. Zaten o dönemde bile isteye yanlış yönlendirmelerle yapılan laiklik algısının baskısı sonucunda, bugün bu baskıları ve siyasal islamın dayatmalarını mı yaşamıyor muyuz?

Tereddüt Çizgisi filmiyle En İyi yönetmen ödülünü kazanan ise Selman Nacar oluyor. Filmin vicdan, hırs duygularını ve erkek egemen algının kadına bakışı gibi olgularını başarıyla kullanan Nacar, o çizgiyi dolaylı yollardan olsa da seyirciye aktarmayı başarıyor.  Avukat Canan’ın kendi vicdanıyla yüzleşme şekliyle seyircinin de vicdanına sızan, bir cinayet zanlısını savunma şekliyle kendi yaşamının dengesini korumaya çalışan bir kadının açmazlarına el veren bir hikaye olmuş. Canan’ı makineye bağlı yaşayan annesinin yaşam hakkını savunurken gördüğümüz için davasını aldığı Musa’nın davasını da ısrarla savunduğuna ikna oluyoruz. Bir yandan Musa hapse geri döndüğü takdirde intihar edeceğini söyleyerek Canan’ı başka bir kayıp duygusunun vicdanıyla baş başa bırakıyor. Bu davayı kazanmak için varını yoğunu ortaya koyan Canan’ın kendini aşan ısrarını anlamak da tereddüt etsek de olayların birbirine bağlanış şekli tatmin edici bir zeminde birleşiyor.

Gelelim Vuslat Saraçoğlu imzalı Bildiğin Gibi Değil filmine… Üç kardeşin yıllar sonra baba ocağında buluşma hikayesini anlatan film, taşranın sıkıntılı, depresif yüzünün aksine gayet matrak, aydınlık bir yüzüyle bizi karşılıyor. Karakterlerin kimyası o kadar iyi tutmuş ki hikaye başarılı bir şekilde akıyor. Tahsin taşrada kalıp orada yaşamayı tercih etmiş, Yasin daha bohem bir hayatın kollarına atılmış, bir kitap çıkarmış. Remziye ise şehirde yaşayan ama taşra kalıplarından pek de çıkamamış bir karakteri canlandırıyor. Filmde kardeşler arasında yaşanan çatışma, kavga ve sevgi anları o kadar sahicilik barındıyor ki, filme ilk andan itibaren ısınıyorsunuz, o yüzden sonundaki yapıştırmaya gerek var mıydı diye düşünmeden edemedim. Remziye’nin hırçınlıklarına, dengesiz yanına böyle bir açılım yapılamasa da sakil durmazdı gibime geliyor. Onu da öyle kabul ederdik. J Filmde Tahsin ve Yasin’e hayat veren Serdar Orçin ve Alican Yücesoy en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandılar, sonuna kadar hak ettiler de zaten. Bence Remziye’yi oynayan Hazal Türesan’da çok iyiydi, belki en iyi kadın oyuncu ödülünü kazanan Tülin Özen’le ödülü paylaşabilirdi.

Festivalde yarışan on filmin altı tanesi ilk film imzası taşıyordu, bu altı film aynı zamanda Seyfi Teoman ilk film ödülü için de yarıştı. Burada Sinan Kesova Büyük Kuşatma filmiyle En İyi İlk Film ödülünün sahibi oldu. Büyük Kuşatma yaşlı bir adamın karısının kaybından sonra yaşadığı boşluğu anlatıyor. Her şeye kuşkuyla yaklaşan adam oğlu ve onun sevgilisine karşı gayet ahlakçı yaklaşıyor, bir yandan da evinde çalışan yabancı kadına o denli vicdanlı davranıyor. Film boyunca bu kafa karışıklığı devam ediyor. Film bu anlamda karakter öznelinde kafa karıştırsa da, farklı ve başarılı bir senaryo dengesi kurduğunu söylemek mümkün.

Bu arada ulusal yarışmanın jüri başkanı olan Aslı Özge’nin Uluslararası Yarışma’da Altın Lale için yarışan Faruk filmi de dikkate değer bir filmdi. Belgeselle kurmacayı iyi harman eden Özge bu kez babasının kentsel dönüşüm sonucu yaşadığı ev değiştirme sürecini bize anlatıyor. Kurmaca ve gerçekliğin birbirine karıştığı hikayede akıllarda filmin sonunda yapılıp yapılmadığını bilmediğimiz bir detay soru işareti kalıyor.

Uluslararası Yarışma’da izlediğim filmler ödül kazanmadı, o yüzden onlarla ilgili yazamıyorum fakat birkaç filmden gözlemlediğim, ergenlik ve cinsellik dengesinin filmlerde bir yer teşkil ettiği. Özellikle de Afrika, İran, Hindistan gibi ülkeler bu meseleyle fantastik ya da gerçekçi kalıplarla yüzleşiyor ve ortaya farklı örnekler çıkmış… Kısa filmleri ve belgeselleri zaten boş geçmiyorum, mutlaka bir röportaj ya da yazılarla dikkat çekmeye çalışıyorum. Onlara da kısa zamanda sıra gelecek…

Festivaller şehrin havasını değiştiren, insanları buluşturan, duruma göre izlediğimiz filmlerden tatmin olduğumuz ya da umduğumuzu bulamadığımız geniş bir yol sunuyor. Özellikle yerli sinema heyecanının her daim ön planda olduğu festivallerimizde daha fazla nitelikli, heyecan verici, ülkeye dair meselelerin ön planda olduğu filmler bekliyoruz…

Banu Bozdemir
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.