İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma bölümünde Suyun Üstü filmiyle yarışan Aslıhan Ünaldı ile konuştuk… Filmde Elit İşcan, Nihan Aker, Lila Gürmen, Serhat Ünaldı, Eren Çiğdem, Oscar Pearce yer alıyor ve filmin çoğunluğu bir tekne üzerinde geçiyor! 

Merhaba Aslıhan Hanım… İlk uzun metrajlı filminiz vesilesiyle röportaj yapıyoruz, sizi biraz tanımak isteriz, kısa filmler, belgesellik akademisyenlik kariyeri ve ilk uzun metrajlı film. Biraz bunlardan bahseder misiniz? 

Merhaba! Ve teşekkür ederim! Kısaca anlatayım. İstanbul’da doğup büyüdüm, Yale üniversitesinde uluslararası ilişkiler ve fotoğrafçılık okudum. Arkasından hayalini kurduğum New York’a taşındım, birkaç sene çalışıp biraz para biriktirdim ve New York Üniversitesi’nin Martin Scorcese, Ang Lee, Jim Jarmush gibi mezunları olan efsanevi sinema bölümüne kabul edildim.

New York’da çektiğim ilk kısa filmim “Razan” Rotterdam’da prömiyerini yaptı. Ardından hemen birkaç uzun metraj yazdım ama gerçek şu ki yabancı bir ülkede, göçmen bir kadın olarak bir kariyer kurmak kolay değil. Uzun metrajlara fon bulma bekleyişleri devam ederken belgesele yöneldim. İki mecrada da hikaye anlatıyorsun ama belgeseli daha az imkanla da çekebiliyorsun.

Suyun Üstü yönettiğim ilk uzun metraj ama başka yönetmenlerle yazdığım, çekilmiş uzun metraj senaryolarım var. Örneğin Crystal Moselle’ın yönettiği Skate Kitchen filmini Sundance’de açtık ve Magnolia tarafından dünyada sinemalara dağıtıldı.

Bunların yanı sıra New York üniversitesi, Columbia Üniversitesi ve Brooklyn College’in yüksek lisans film programlarında ders veriyorum ve bundan müthiş keyif alıyorum. Meslektaşlarım arasında Spike Lee, Todd Solondz gibi yönetmenler var. Öğrenciyken Spike Lee’nin asistanlığını da yapmıştım. Şimdiyse aynı departmanda hocalık yapıyor olmak çok güzel.  Öğrencilerim müthiş yetenekliler, benim onlara öğrettiğim ve teşvik ettiğim kadar onlar da bana ilham ve heyecan veriyor. Senenin başında yazmaktan korkan bir öğrencinin, sene sonunda uzun metraj senaryoyu bitirmesi, inanılmaz tatmin edici. Bana “senaryom ödül kazandı, filmimi çektim, teşekkür ederim” dediklerinde hissettiğim mutluluk, kendi filmlerimi yaptığım zaman ile kıyaslanır.

Suyun Üstü fikri nasıl ortaya çıktı, neredeyse tamamı suyun üstünde, teknede geçen film, olumsuz yanları oldu mu? Filmi nerede çektiniz? 

Suyun Üstü kişisel bir hikaye ve yıllardır benimle. Babam Deniz Harp okulu mezunu; eski denizcilerden. Ben lisedeyken, yazları ufacık bir tekne kiralayıp Ege’de yelkene çıkardık. Ailecek en güzel anılarımız ve en büyük kırılmalarımız teknede yaşandı. Fikir buradan çıktı; kaçacak yer olmayan bir alandaki yüzleşmeler, dramatik gerilim anlamında zengin bir temel.

Filmi çoğunlukla Göcek’de çektik, marinasında ve koylarında – buna Kleopatra’nın Antonius ile balayını geçirdiği söylenen eski Roma hamamı da dahil. İlaveten Kapukargın köyünde ve Fethiye Gemiler adasında çektiğimiz sahneler var. Buralara aşığım ve doğal ve tarihi güzelliklerini iyice bozulmadan görüntülemek ve paylaşmak istedim.

Teknede film çekmek zor bir şey olarak bilinir, yapımcılar uzak durmaya çalışır. Alan dar, kontrol edemediğiniz çok fazla unsur var ve bir problem olursa da medeniyetten uzaksınız. 13 metrelik bir yelkenlide ufak bir ekip ve bütçeyle tamamen bağımsız çektik filmi. Çekim sırasında 6-8 kişilik bir tekneye 15 kişi doluşuyorduk. Denizin ortasında o kadar insanın yeme, içme, tuvalet ihtiyaçlarını karşılamak bile kolay değil. Bunların üstüne çovid endişesi de devam ediyordu halen, ve ciddi orman yangınları oldu bölgede o yaz.

Ortaca’da bir otelde kaldık, sabah beste otelde kahvaltımızı edip, minibüslerle Göcek’te karayolu ulaşımı olan yegane koylardan Sarsala’ya gidiyorduk. Destek teknemiz bizi ve ekipmanı oradan alıp “set teknemizin” demirli olduğu koya götürüyordu. Dönüşü de sayarsak zaten sınırlı sayıdaki çekim günlerimizin ciddi bölümü yolda geçti. Öte yandan gün doğarken tekneyle işe gitmek çok da fena bir deneyim değildi! Öğle yemeni aralarında serinlemek için denize atlamak da!

Çekimleri gerek saç – makyaj, gerek kamera ve ışık açısından mümkün olduğu kadar basit ve doğal tuttuk. Alman görüntü yönetmenim Andre Jaeğer eskiden beri işbirliği yaptığım birisi, onunla baştan bazı kararlar verdik: el kamerası ve belgesele yakın bir dil kullanma, karakterler çıkmadıkça kamerayı teknenin dışına çıkartmama, o klostrofobik ortamda kalmak gibi. Andre oldukça uzun boylu ve gövdesini daracık kamaralara sıkıştırması görülmeye değerdi! Bazı riskli çekimler yaptık; mesela Kleopatra Hamamı’nda Andre beline kadar suyun içindeydi ya da tekne süratle yelken yaparken güvertede çekim yaptık. Güvenlik önlemlerimizi aldık tabii ki ve her şey yolunda gitti ama o anlarda ekipte tansiyon yüksekti.

Babam, hem filmde rol aldı, hem de tekne kaptanlığımızı yaptı. Şu altı çekimlerimizi, Gopro ile yardımcı yönetmenimiz Batu Erol yaptı. Böyle bir setti bizimkisi; herkes  projeye inandı, canla başla çalıştı, ve birden fazla iş yaptı. Keşke bir kamera arkası belgeselimiz olsa, çok macera yaşadık; zor anlar da vardı, çok eğlenceli anlar da!

Suyun Üstü bir aile hesaplaşmasını anlatıyor, baba muhalif bir gazeteci ve davası devam ediyor. Viskisini yudumluyor teknede, biraz da bu konuda eleştiri getiren kişilere cevap olsun diye yaratılmış bir karakter gibi… Biraz baba karakteri üzerinden gazeteciliğin geldiği noktayı nasıl yorumluyorsunuz? 

“Suyun Üstü”nde, gazeteci babanın içinde bulunduğu çıkmaz daha geniş bir söylem için bir başlangıç noktası sunmayı hedefliyor. Yakın çevremde benzer şeyler yaşayan, bu karakter için esinlendiğim birisi var, ama burada elbette ki herhangi bir bireyden çok daha büyük bir meseleden bahsediyoruz.  Türkiye’nin güçlü bir gazetecilik geleneği var, birçok harika gazeteciye sahibiz. Ne yazık ki, şu anda basın özgürlüğü konusundaki sicilimiz endişe verici durumda, 180 ülke arasında 165. sırada konumlanmışız.

Özgür basın demokrasinin temeli, dolayısıyla ülkemizde bu mesleğin baskı altında olması beni üzüyor ve korkutuyor. Tabii bu ifade özgürlüğünü içeren diğer bütün alanlar için de geçerli, sinema da buna dahil. Bu filmin hazırlık ve yapım sürecinde de insanların oto sansür uygulamaya başladığına, bazı konulardan çekindiğine şahit oldum. Bir tane bile gazetecinin, yapımcının ya da sanatçının hapiste olduğu bir ülkede demokrasinin gerçek anlamda var olamayacağına inanıyorum.

Tabi filmdeki gazeteci karakteri de sütten çıkmış ak kaşık değil, birçok zayıf ya da kör noktaları var. Filmdeki bütün karakterler katmanlı karakterler, hepsinin güçlü ve zayıf yönlerini çizmeyi hedefledim, ama yargılayan bir yerden değil de empati kuran bir yerden.

Filmde genelde olumsuz bir hava esiyor aile bireyleri arasında… Bu çatışma hali filmi daha mı kolay kılıyor, bir de sosyal meseleler eklenince film bireysel ve toplumsal çatışmaların merkezine dönüşüyor biraz, ilk baştan beri bunu mu amaçladınız? 

Çatışmayan aile var mı? Ben bilmiyorum doğrusu! Dramatik açıdan kaçacak yer olmayan bir teknede yaşanan hesaplaşmalar temeli ile, seyircinin ilgisinin baştan sona devam ettirecek bir psikolojik gerilim yaratmak istedim. Suyun Üstü basit ve evrensel bir hikaye anlatıyor: Birbiriyle yeniden bağlantı kurmaya çalışan dağılmış bir aile. Birbirimizi ne kadar çok sevsek de nasıl incitebildiğimize dair. Kabul etmek ve affetmekle ilgili aynı zamanda.

Film bir aile dramasını merkeze alıyor olsa da tematik olarak hikayeyi günümüz Türkiye’sinin zeminine oturtuyor. Giderek muhafazakârlaşan bir toplum içinde marjinalleşen liberal kesimin dinamiklerini yansıtıyor. Aynı zamanda bu sınıfın bu yabancılaşmada oynadıkları rolü anlamaktan uzak hallerini de vurgulamak istedim. “Farkında değil misin? Biz buraya ait değiliz artık.” diye bir replik var filmde. Bu çevremde gözlemlediğim ve beni üzen bir duygudurum.

Filmin içinde belgeselci Zeynep var, o da kendi içinde birçok meseleye dahil olmuş gibi, birçok şeye farklı bir bakış açısı getirip kafa yormuş gibi. Onun çıkış noktası ne oldu, kendinizden feyz aldığınız durumlar oldu mu?

Bir yazar olarak ana materyaliniz kendi deneyimleriniz. Kendi bildiğinizden yola çıkıyorsunuz, onun üstüne hayal gücünüzü, gözlemlerinizi, ve yazma tekniğinizi ekliyorsunuz. “Zeynep” karakterinin kendimden yola çıktığım yönleri var tabii ama senaryo yazma sürecinde karakterler değişiyor. Kendinden ya da tanıdığın kişilerden ilham alsan da dramaturji, ilişkiler ve anlatmak istediğin temalar içerisinde işlemesi lazım karakterin. İki saat içinde kompleks bir hikaye anlatmaya çalışıyorsun, dolayısıyla da karakterleri bazı açılardan basitleştiriyor başka açılardan da abartıyorsun. Bütün bunların üzerine oyuncu kendi yorumunu getiriyor. Ortaya yepyeni, hibrit bir şey çıkıyor. İşin güzelliği de bu zaten!

Zeynep’le meselelerimiz aynı. Evlilik, cinsellik, sanatçı olmaya çalışmak, aile sorumlulukları ve bir şeyler ortaya koyma arzusu arasında bocalamak, göçmen olmak, iki kültür arasında sıkışmak ve bütün bunların yol açtığı duygudurum dalgalanmaları benim de boğuştuğum şeyler. Kısaca Zeynep için kafamdaki kişisel ve varoluşsal meseleleri kurcalamama yardımcı olan bir avatar diyebiliriz.

Ülkemizde toplumsal eksenli filmlerin azlığı konusunda siz neler söylersiniz? Siz sanırım türkiye – Amerika odaklı yaşıyorsunuz ve genelde filmlerinizde toplumsal konulara el atmaya çalışıyorsunuz, bunun sebepleri neler? 

Toplumsal eksenli filmler yapılıyor ama eskiyi, örneğin 70’leri, Yılmaz Güney’i ve onun kuşağını düşünürsek daha az tabi. Bu sadece Türkiye’de değil, bazı istisnalar dışında küresel bir eğilim, bireysel hikayeler yapılıyor daha ziyade.

Benim işlerim büyük ve karmaşık sosyo-politik olayların; bireylerin özel hayatlarına, küçük hikayelerine etkisini irdelemekle ilgili. Yapmayı istediğim şey kişisel ve toplumsal / politik olan birleştirmek. Toplumsal meseleler istatistiklerle anlatıldığında soyut kalabiliyor, ancak tanıdığımız birinin başına geldiğinde, ya da bir filmde iyi işlenmiş bir karakterin üzerinden anlatıldığında etkili oluyor.

Üniversitede eğitim verdiğim dönemlerde New York’ta yaşıyorum, dolayısı ile yaşadığımız coğrafyaya olan önyargının fazlası ile farkındayım. Bu önyargıları yıkmak, beklenenin dışında bakış açıları, hikayeler, gerçeklikler sunmak istiyorum. Türkiye’ye çok tutucu bir ülke gözü ile bakılıyor, biraz da bu sebeple içinde şehirli karakterler, güçlü, özgür kadınlar olan, teknede geçen, cinsellik içeren bir film yapmak istedim. Kültürel indirgemelere baş kaldırmak lazım.

Sanırım gazeteci karakterini oynayan kişi babanız, onu nasıl ikna ettiniz oyunculuğa, böyle bir role? 

Babam oldum olası çok film izler, izlediklerini de çok iyi hatırlar. Çekimden birkaç sene önce bir deneme çekimi yapmıştık, gayet iyi gitmişti. Denizci ve fit olması da bu karakter açısından büyük bir avantajdı, o yüzden filmde de onunla çalışmaya karar verdim. Başlangıçta bir miktar ikna gerekti tabi. Özellikle repliklerini hatırlamak konusunda tedirgindi. Çekim öncesinde Kutay Sandıkçı ile birkaç seans çalıştılar, bu babamı rahatlattı. Set girince kısa sürede alıştı, çekim sürecine de karakterine de. Hatta bana “Yusuf bunu böyle yapmaz” gibi güzel önerilerde bulundu. Arada baba esprileri de yaptı tabi, hatta bir tanesini kesmedik, filmde.

Uzun metraj film, kolay bir şey değil. Hiç oyunculuk yapmamış bir insanın deneyimli, profesyonel oyuncuların yanı sıra ve 70 yaşında böyle bir şeye kalkışması inanılmaz bir cesaret ister. Bu anlamda büyük hayranlık duyuyorum babama ve beraber unutulmaz bir deneyim yaşadık çekim sırasında.

Diğer roller için oyuncu seçimleri nasıl oldu, uyum yakalanmış gibi? 

Kast kurma işi biraz evlilik gibi, kimya çok önemli, her proje kendisine uyan oyuncuları çekiyor. Bağımsız filmde daha da geçerli bu durum. Bizim senaryoda her karakter önemli, bir yerde “ensemble” kast diyebiliriz. Kasting süreci Elit İşcan’la başladı, 2019’da Tribeca Festivali’den aldığımız bir geliştirme fonunu kullanarak filme bir “fragman” çektik; Elit projeye bu ön süreçte dahil oldu. Elit’in yanı sıra, bütün oyuncularım çok yetenekliydi ve herkes müthiş bir iş çıkardı. Nihan Aker, Lıla Gürmen, Eren Çiğdem, Oscar Pearce her biri projeye inandılar,  tutku ve inançla yer aldılar. Ayrıca konuk karakterlerde sevgili Nazan ve Zafer Diper. Her birine, ve özellikle kasting direktörüm Selim Bahar’a müteşekkirim.

Bunu yanı sıra konuştuğumuz gibi babam amatör oyuncu olarak dahil oldu, ayrıca filmdeki küçük rollerin hemen hepsini o yöreden kast ettiğimiz amatör oyuncular oynadı, bu da filme farklı bir renk kattı.

Filminizin festival yolculuğu devam ediyor, İstanbul Film Festivali’nde yer almak nasıl bir duygu, vizyon tarihi belli mi? 

Şu ana kadar Sao Paolo, Valencia, Sofya gibi festivallerde gösterdik filmi, İstanbul festivali bunların arasında benim için en özel ve önemli olan tabi ki. İstanbul kendi şehrim; ailem, arkadaşlarım, ekibim, oyuncularım burada. Ana gösterimimiz 23 Nisan Salı 19:00’da Atlas 1948’de, bildiğiniz gibi muhteşem bir salon, üstelik benim lise yıllarım Beyoğlu’nda her hafta Atlas’ta sinemaya giderek geçti, o yüzden iyice anlamlı. 24 Nisan 13:30’da da Kadıköy sinemasındayız. İstanbullu seyircinin tepkisini büyük heyecanla bekliyorum.

Bundan sonra neler bekliyor sizi, var mı başka projeler? 

Yeşilçam’ın 70’ler seks komedileri üzerine kısa bir belgeselim var, yine Türkiye’ye dair farklı şeyler gösterme misyonum dahilinde yaptığım eğlenceli bir proje, bitmek üzere ama nerede ve ne zaman gösterileceği henüz belli değil. Yazmakta olduğum ve hakkında heyecan duyduğum birkaç proje var, umarım ki bir an önce yine sete girebilirim, özledim!

 

Banu Bozdemir
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.