Yakın tarih, denizcilik, biyografi, doğa, kültür ve sivil toplum belgeselleri üreten Murat Erün daha çok engelliler üzerine yaptığı filmlerle biliniyor ve sayısız insanın hayatına dokunuyor. Son belgesel filminde SMA hastası; hiçbir kası çalışmayan, sadece gören ve konuşabilen Hatice’nin hikâyesine odaklanıyor.
Belgeselde Hatice’nin çocukluğundan bu yana anne ve babası ile birlikte verdiği mücadele, uğradığı haksızlıklar, azimle engelleri aşması gözler önüne seriliyor. En fazla 7 yaşına kadar yaşar denilen Hatice; bugün 42 yaşında, altı lisans, iki yüksek lisans diploması ve sertifikaları ile ders veriyor. Filmin etkisi çok yüksek, Hatice karanlığa küfretmek yerine bir mumu yakmayı tercih etmiş bir başarı ikonu adeta. İnsanı “hayat” üzerine, “ben ne yapıyorum” üzerine derin derin düşündürüyor. Murat Erün ile 14. TRT Belgesel Ödülleri’nde “Hatice” üzerine konuştuk.
Son üç belgeselin “800 Kilometre Engeli”, “Dişçinin Korkusu” ve “Hatice” engelliler üzerine. Bu konuya eğilmenin özel bir sebebi var mı?
Hayır, ama üçü de ilki ile içine girdiğim dünyadaki insanlar ve karşılaşmalar sonucu ortaya çıktı. 800 Kilometre Engelli’nin bir gösteriminde, Dişçinin Korkusu’nun kahramanı ile tanışmıştım. Onun galasında ise Hatice’ninki ile tanıştım. Bir tür kader ağlarını örmüş misali.
Hatice ile yolun nasıl kesişti?
Hatice, Dişçinin Korkusu filminin galasına katılmış. Kendisini tanımıyordum. Birkaç gün sonra bir e-posta aldım. “Ben Hatice, filminizi izledim, beğendim, benim hikayem de bu, ilgilenir misiniz” diye yazmıştı. İzmir’e gidip tanıştım. Tabi onu gördüğüm anda da bu filmi yapmamak gibi bir seçeneğin olmadığını anladım.
Belgeselini yapmaya nasıl karar verdin ve süreç nasıl ilerledi?
Hatice’nin tanıştığı ve bir şekilde etrafında bulunan insanlar üzerinde tanımı zor bir etkisi var. Yani o bu durumda bunları başarıyorsa biz neden şikâyet edebiliriz ki deyip, onun gitmek istediği yönde onunla birlikte hareket etmeye başlıyorsunuz. Bu benim tek başına tespitim de değil. Babası da böyle olduğunu paylaştı sonraları benimle.
Çekim takvimi tam da pandeminin karantinalı günlerinde başladı. Bir yıla yakın birbirimize yaklaşamadık. Mecbur olduğumuzda da aşırı dikkatle. Hatice akciğerinin tek lobu ile yaşıyor. En hafif soğuk algınlığı bile onu haftalarca hastanelik ediyor. Bu birkaç kez başına geldi. Ama benim yüzümden olsaydı kendimi asla affetmezdim. Bu şartlarda ancak bu kadar oldu diyebilirim, yani biraz daha hareketli ve renkli olabilirdi, ama o dönemdeki kendi hayatınızı bir hatırlayın değil mi?
Festival yolculuğundan ve seyirciden aldığın tepkilerden söz eder misin?
Geçen yıl 59. Antalya Altın Portakal’da açılışını yaptık. Sinop Ayancık’taki taze ruhlu belgesel festivalinden birincilik kazandık ki tek ödülümüz bu. Documentarist ve Ayvalık film festivallerine katıldık. Müze Gazhane ve Beyoğlu sinemasında gösterildi. Ankara ve Adana festivallerine şartname gereği, İstanbul Film Festivali’ne de reddedildiğimiz için gidemedik. En son olarak da 14.TRT Belgesel Ödülleri’nde finalisti olduk.
Hiçbir olumsuz tepki ya da söz almadığını söyleyeyim. Herkesi, ayrı bir yerden yakalamış. Konuya yabancı olmayan, ailesinde, çevresinde benzeri şeyler olanlar için zaten sorun yok. Bu tür filmler, konu ile ilişkisi olmayanları yakalamalı bence. Bir şeyler düzelecekse öncelikle onlar bir şeyler yapacak. Mağdur olan değil, mağdur eden veya görmezden gelenler yapacak.
Kesinlikle katılıyorum sana. Bir de bu film ödüller üstü bir film bana göre. Her yerde gösterilmeli. Yarattığın farkındalık insanlara ulaşmalı. Seyirci bu filme bütün ödülleri vermiş zaten.
Hatice hem bir yönetmen hem de insan olarak sen de ne tür izler bıraktı?
Son yıllardaki en yakın arkadaşlarım yaptığım belgesellerde tanıştığım insanlar arasından çıktı. Öyle bir iş yapıyoruz ki bizi bu kadar derinden bağlayacak deneyimler yaşatıyor yani. Gerçeğin peşinden giderken bir de gerçek dostluklar kurmak ne güzel di mi? Çok güzel abilerim ablalarım oldu. Şimdi de bana abi diyen Hatice var. Şahane bir kardeşim daha oldu. Acayip de bir hikayesi var! Başka ne isteyeyim?
Filmi sunduktan sonra izleyicilere “bu filmi izlemekle, gelişen değişen düşüncelerinizle artık sizler de Hatice’nin hikayesinin bir parçası oldunuz” diyorum. Hatice de baştan beri bunu istiyordu çünkü.
Sen filmlerinde hem yönetmen hem yapımcı ve görüntü yönetmeni ve kurgucu olarak yer alıyorsun. Bu bir zorunluluk mu, özel tercih mi?
Tercih. Zaman içinde gelişen bir tercih. Bana zaman, esneklik ve en önemlisi paraya daha az bağlılık kazandırıyor. Yaratıcılık dışındaki sorumlulukları en aza indiriyor. Ama iş yükünü çoğaltıyor tabi. Elbette kaçırdığım fırsatlar oluyordur ama, ben el işine, zanaatkarlığa yatkın olduğum için haliyle bu yana evrildim sanıyorum. Büyük prodüksiyonları da takip ettim, kamera arkalarını çektim ve yönetmenler için çok üzüldüm! Ömürlerinden ömür eksiliyor vallahi. Şaka bir yana belgeselle uğraşan herkesin her şeyden biraz anlamasında fayda var. Mutlaka görecekler bunun faydasını.
Her şey gelip bütçede tıkanıyor. Bu tek başına çalışma zorunluluğu deneyim ve bilginin asistanlara ve ekibin diğer üyelerine aktarılmasını engelliyor. E tabi sektör olmanın da önünü tıkayan bir durum.
Son olarak belgesel senin için ne ifade ediyor?
Ben haberci olarak başladım ve belgeselci olarak yaşamayı seçtim. Sinemaya atlamak için bir basamak olarak görmedim belgeseli. Belgeselci her şeyci olabilir. Her şeyin dünyasında bir süre yaşayabilir. Sinemacı, engelli, doktor, astronot, evsiz, göçmen. Ne isterse. Böyle zengin bir hayat vadeden başka bir meslek olduğunu düşünmüyorum. İyi ki belgeselciyim. Hala!