Ömer Kavur’la röportaj yapabilmiş şanslı azınlıktan biriyim ben de. Fırat Özeler’in Ömer Kavur’la ilgili bir belgesel yaptığını duyunca birçok insan gibi ben de heyecan duydum. Türk sinemasında farklı bir duruşu, farklı bir yeri olan Kavur sinemanın erken kayıplarından. Kendisini, yaptığı sinemayı ve hatta ülke sinemasını sorgulayan ve hep bir arayışın içinde olan Kavur’u ve belgesel Kavur’u Özeler’le konuştuk…

Merhaba Fırat, öncelikle Ömer Kavuru bu denli içsel bir şekilde araştırmanın, anlatmanın özel bir nedeni var mı, Kavur gerçekten de değeri anlaşılamamış bir yönetmen mi, araştırmaların sana neler söyledi?

Kavur çok uzun yıllardır hayranlık duyduğum, filmlerini tekrar tekrar izlediğim ve aklımdan çıkarmadığım bir yönetmendi. Zamanla kişiliğine ve iç dünyasına da ilgi duymaya başladım. Araştırmalarım öncesinde hak ettiği değeri görmediğini düşünüyordum; bu beni harekete geçiren dinamiklerden biriydi elbet. Ama araştırmalarımda şunu gördüm ki, aslında sandığımdan çok seveni varmış; birçok insanın hayatına -aynı bende olduğu gibi- filmleriyle dokunmuş, onlarla dost olmuş. Kendisi de böyle söylüyor zaten: “Ben film yaparken dost seçiyorum.”

Film belgesel ama biz Kavuru neredeyse onun cümleleriyle dinliyoruz ve bize kendisini anlatan bir yönetmenin iç dünyasıyla baş başa kalıyoruz. Biraz kurmaca, biraz deneysel… Klasik belgesel kodlarından uzak duruyorsun, bu tarz bir film çekmek başından beri aklında mıydı, yoksa süreçle beraber mi şekillendi?

En başından beri niyetim buydu. Bir belgesel yapmak istediğim kadar, bir yol filmi de yapmak istiyordum. Kavur kadar, bir insanın yolculuğa çıkıp kendisine, yaşadığı yere ve ülkeye dair bir şeyleri keşfetmesi konularının da ilgimi çektiği bir dönemdi belgeseli yapmaya karar verdiğim dönem. Aidiyet, yersiz yurtsuzluk üzerine de bir şeyler söylemek istiyordum. Tüm bunlar bir araya gelince, böyle bir fikir ortaya çıktı.

Belgeseli izlerken biraz da deneyimlediği yaşamların filmlerini çekiyor, aslında daha Avrupai bir yaşam sürüyor ve gelip ülkenin bağımsız kalma koşullarıyla mücadele ediyor, bir yandan da Gizli Yüz filminde olduğu gibi postmodern bir algı sunuyor. Bu önemli bir özellik, sence de öyle mi?

Kavur’da en çok dikkatimi çeken ve aslında deşmek istediğim taraf buydu. Gerçekten şanslı sayılabilecek bir ailede dünyaya geliyor, gayet aristokrat bir ortamda, iyi bir eğitimle ve pek de maddi kaygı olmadan büyüyor. Ancak filmlerine baktığımızda halkın içine tamamen karışmış olduğunu ve çok da detaylı gözlemlediğini görüyoruz. Burada tabii yüzünü bir taraftan bir tarafa dönme söz konusu. Çeşitli sebepleri var, belgeselde de aslında oldukça irdelediğimiz bir şey bu ancak kısaca şöyle söyleyebilirim ki; Kavur gerçekten kendi yazdığı karakterler gibi, bir arayışın içindeydi ve kendisi de filmlerinden hiç azade değildi. Ben bütün bu değişimi, bir arayışın parçası olarak görüyorum.

Bir yolculuk haliyle ilerleyen bir hayat hikayesini, arayışın içindeki bir adamın hikayesini sen de biraz o formatta anlatmışsın, kendisini, kadınları, yollarda geçen zamanı seven ve arayan adamı anlatmak senin anlatımına nasıl bir etkide bulundu? Seni nasıl bir yolculuğa çıkardı?

Ben en başından beri tek bir şey vardı aklımda. Bir Ömer Kavur filmi gibi bir Ömer Kavur belgeseli yapmak. Tüm bu içeriksel ve biçimsel kararlar bu prensip doğrultusunda verildi aslında. Bazen zorlandığımız, bazen işin içinden çıkamadığımız anlar oldu; onlarda da bu mottomuzu hatırlayıp çözüm bulduk örneğin. Ama bu o kadar içten bir süreçti ki, bir yerden sonra ben de bu yolculuğun parçası oldum gerçekten. Çoğu zaman, yollarda veya hiç bilmediğim küçücük kasabalarda kendimle ilgili; ülkeyle ilgili şeyleri düşünürken yakalıyordum kendimi çekimlerde.

Kavurun bir uyarlama üstadı ya da ustası olduğunu söyleyebilir miyiz? İlk filmi Yatık Emine de bir uyarlamaydı…

Kesinlikle iyi bir uyarlamacı Kavur. Genel olarak edebiyatçılarla çalışıyor olsa da uyarlama olan iki filmi Yatık Emine ve Anayurt Oteli bence çok çok iyi uyarlamalar. Bunda bence bakış açısının etkisi var. Araştırmalarda da gördüğüm üzere; uyarlama bir filimin sınırlarını ve zorluklarını çok iyi bilen bir yönetmen Kavur. Onun kitaptan bağımsız bir sanat eseri olduğunu bilen, buna göre müdahalelerde bulunmaktan çekinmeyen ve aslında seyircinin buna öfkeleneceğini de önceden bilen ve bunlara da çözüm arayan bir bakış açısı var. Bu beni çok etkilemişti. Gerçekten kafa yormuştu çünkü uyarlamanın nasıl yapılabileceği konusuna.

Atıf Yılmazla karşılaştırmak istemem ama ikisi de aynı dönemin izini süren benzer olmasa da yaklaşık filmler yapan yönetmenler. Ömer Kavurun daha arka planda, daha anlaşılmaz durmasının sebebi ne olabilir?

Bu noktada tabii birçok etken olabilir. Yaptıkları filmler, kişisel sebepler veya iç dünyaları… Ancak bunlar sadece tahmin, Atıf Yılmazla alakalı detaylı bir araştırma yapmadan bu soruya doğru cevap verebilir miyiz bilemiyorum 🙂 Ancak kendimce şöyle bir çıkarım yapabilirim sanırım; Kavur ve Yılmaz’ın yaptığı filmler çok farklı filmler. Yılmaz seyirci ile daha samimi ilişkiler kurabilen; seyircinin de kendini özdeşleştirebileceği karakterler yaratan bir usta. Kavur ise sinemasını yabancılaşma ve mesafe üzerine kuran bir usta. Bunun seyirci ile mesafe yaratmasını çok normal buluyorum. Ayrıca Kavur ve Yılmaz bir dönem ticari olarak da ortaklardı; mesela orada bu farkı açıkça görebiliriz. Mine ve Göl aynı dönemdir örneğin; benzer görünseler de inanılmaz derecede farklı filmler.

Rıza Kıraç da Ömer Kavur üzerine bir belgesel çekti, şanslı yanı onun hayatta olduğu dönemi yakalamış olması, senin öyle bir şansın olsa belgeselin yolculuğu nasıl olurdu, yine onu mu arardın o olmadan?

Tabii çok farklı gelişirdi süreç. Özellikle araştırma aşamasında büyük fark yaratırdı. Ancak yapmak istediğim film yine aynı olurdu sanıyorum. Çünkü beni büyüleyen şey arayış kavramıydı Kavur’da; yine filmin tüm odağını arayış üzerine kurardım.

Daha önce gösterilmemiş bir kısa filmini bulma hikayesi var ayrıca, o nasıl oldu, aslında Ömer Kavur üzerine o kadar şey söylendi ki, söylenmemiş bir şey gibi olmuş o kısa film.

Kimse tarafından bilinmeyen ve Ömer Kavur tarafından da neredeyse hiç bahsedilmeyen filmlerdi. Sadece iki röportajda bahsediyordu bu filmlerden. Zor bir süreçti, Türkiye’de arşiv geleneği de çok oturmuş olmadığı için, bulamayacağımı düşündüğüm çok an oldu. Ama bir noktada doğru ipucuna ulaştık 🙂 İlk izlediğimiz an çok özeldi, Kavur’un daha sonraki filmlerinin çekirdeğini o filmlerde görmek heyecan vericiydi.

Filmde iyi bir arşiv çalışmasının izi olduğu kesin, buradan biraz arşivcilik geleneğini de sorgulayabiliriz, her şey yerli yerinde mi? (benim de röportajlarım var kendisiyle, derinlikle olamasa da şanslıyım diyorum )

Maalesef hiçbir şey yerli yerinde değil.  Kurumsal arşivcilik zaten neredeyse hiç yok. Yeni yeni bu kültür biraz daha oturuyor. Kişisel arşivler çok geniş aslında, ancak onları araması, bulması; bulsak da kullanabilmesi çok zor. Her şey inanılmaz dağınık. Bu beni en çok üzen noktaydı.

Film bir yolculuk hikayesi olunca konuşmaların üstüne döşenmiş manzaralarla, günbatımları ve eski görüntülerle bezenmiş bir belgesel atmosferiyle karşı karşıya kalıyoruz. Filmin sinematografik anlatımı hakkında neler söylersin?

İki belirleyici unsur vardı benim için. Birincisi, insansız bir yol filmi yapmak istiyordum. İnsanın olmadığı, mekanların dahi ölü olduğu; terkedilmiş, harabeye dönmüş ve unutulmuş mekanlarla da bir yol filmi yapılabilir mi diye düşündüm. Bu sinematografik tercihlerim konusunda en belirleyici etkendi. Tabii bunun dışında ikinci olarak, Ömer Kavur’un filmlerinde dünyayı görme biçimi bana çok yol gösterdi. Biraz da onun filmlerini örnek aldım diyebilirim sinematografik tercihlerde.

Beni çok fazla kabul etmediler, beni kendilerinden saymadılar diyor Ömer Kavur ama yine de yerini çok güzel bulan yönetmenlerden biri oldu, arşivlerden taradığın kadarıyla kabul gördüğü film hangisi ya da hangi dönem var mı öyle bir şey?

Aslında en çok kabul gördüğü filmi Kırık Bir Aşk Hikayesi oluyor seyirci gözünde o dönem. Oldukça fazla izleniyor film. Ama bunun Kavur’u hiç tatmin etmediğini de açıkça söyleyebilirim. Çünkü yapmak istediği sinemaya yakın değil o filmi. Bu dengeyi en iyi kurduğu filmi Anayurt Oteli. Hem kendisi o filmi çok seviyor, “tam bir film” olarak niteliyor; hem de film gerçekten yüksek bir seyirci sayısına ulaşıyor. Hatta şu an bile neredeyse hiçbir filmin ulaşamayacağı bir ilk hafta sonu rakamına ulaşıyor mesela Ankara’da.  Ama sanırım, Kavur; Gece Yolculuğu’nun en kabul gören filmi olmasını isterdi. Bu tabii ki benim tüm araştırma sonucu yaptığım kişisel tahminim 🙂

Kavurun politik gibi durmayan ama aslında bir hayli politik olan bakış açısı hakkında neler söylersin?

Kavur son derece politik bir insan. Bu beni en çok şaşırtan şeydi araştırmamda. Politik olmadığını düşünmüyordum kesinlikle ama politik görüşlerini açıkça dillendirmediğini düşünüyordum. Ama 30 yıl boyunca verdiği neredeyse tüm röportajları tarayınca gördüm ki, sözünü sakınmayan; hem kendisine hem de karşısındakine inanılmaz derecede dürüst ve açık sözlü bir sinemacı Kavur. Mesela Kenan Evren’in Çankaya’da, sanatçılara bir daveti söz konusu oluyor. Ve birçok sanatçı katıl-a-mayacağı yönünde açıklamada bulunuyor. Açıkça katılmayacağını sebepleriyle söyleyen çok az sayıdaki insandan biri Kavur. Hatta en sert açıklamayı da o yapıyor. Filmlerinin de politik olduğunu düşünüyorum, sadece bunu göze sokmadan yapıyor. Anayurt Oteli’nin, Gece Yolculuğu’nun -hatta daha geriye gidersek- Körebe’nin, Amansız Yol’un, Kırık Bir Aşk Hikayesi’nin dahi politik olmadığını söyleyemeyiz.

İstasyonlar, oteller, saat kulesi, adeta Kavurun arşınladığı ve arşınlamak istediği yerlerin devamını takip etmiş gibisin. Biçim ve içerik nasıl kaynaştı senin kafanda? Nerelerde çekim yapıldı, nasıl yerleştirdin?

Kavur’un filmlerinde ülkeye bakışı beni çok etkiliyor. Binlerce kilometre yolculuklar, onlarca şehir, kasaba, köy; onun filmlerinde belli bir atmosferi kuruyor ve aslında kendi dünyasını yaratıyor. Benim motivasyonlarımdan biri onun gördüğü ülkeyi, 30 yıl sonra tekrar görmeye çalışmaktı. Acaba neler değişti veya değişmedi, neler olduğu gibi duruyor, neler silinip gitti? Bu sorular çok belirleyici oldu, onun gibi görebilme çabası aslında… Türkiye’de 20 şehirde çekim yaptık biz de neredeyse. Bazen onun film mekanlarına gittik, bazen ise aynı ruhu taşıyan yerleri arayıp bulduk. O yolculuklar yapım sürecine dair en etkileyici zamanlardı benim için. Az önce de dedim ya, kendime dair de bir şeyler keşfettiğim zamanlardı.

Festivalde büyük bir coşkuyla karşılaştın, filmin biletleri hemen tükendi. Bu belgeselin bu kadar ilgi görmesini neye bağlıyorsun ve jüri kararını nasıl buldun? 

Bu inanılmaz mutlu etti bizi. Bir ilgi bekliyorduk ancak bu kadarı bizim için de sürpriz oldu. Burada hem Ömer Kavur’un gerçekten sevilmesi hem de filmin merak edilmesinin etkisi var. Gösterimler de harika geçti o yüzden. Ben gerçekten seyirci ile kurduğumuz duygusal bağdan çok etkilendim.

Ayrıca bu sene ulusal belgesel seçkisi de oldukça kuvvetliydi, bütün filmler neredeyse dolu salonlarda izleyici ile buluştu. Belgesele bu ilgi beni çok mutlu ediyor. Yeter ki yıllarca, büyük fedakarlıklarla emek verilen bütün bu belgeseller izlensin. Ödül kısmı festivallerin eğlencesi. 🙂 Ödül alan, almayan tüm belgeselci arkadaşlarımla gurur duyuyorum, bu hikayeleri bize ulaştırdıkları için.

Ömer Kavur hayatta olsa hala film çekmeye devam eder miydi sence?

Bence ederdi. Vefat etmeden önce dahi yeni filmine hazırlanıyordu. Hatta -bu kadar dramatik bilgilere ve anılara filmde bilinçli olarak yer vermedik- ama bence burada söyleyebilirim; ölmeden 1 gün önce yanındaki arkadaşına “Mekan bakmak için yolculuğa çıkmak istediğini” söylemiş. Ben bugün bile kimsede o derece bir sinema tutkusu olduğunu sanmıyorum.

Son olarak neler söylersin?

Kavur, Başka Sinema özel gösterimleriyle mayıs ayından itibaren seyirci ile buluşmaya başladı. Bizi ve Kavur’u salonlarda yalnız bırakmazlarsa çok minnettar oluruz 🙂

 

Banu Bozdemir
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.