Dokuzuncu kez yapıldı Bozcaada Belgesel Film Festivali… Bu festivali Bozcaada’ya çok yakıştırıyorum, her ne kadar yazın çok popüler bir yer olsa da, gittiğimiz mevsimde kendi içine kapanmış, dünyanın tüm kötülüklerine kapılarını kapatmış, kendisine yeten bir yer,  festival izlenimi veriyor ve bu da benim çok hoşuma gidiyor. Gerçi ada bu sene çok rüzgarlıydı, özellikle adanın en ucundaki mekan Salhane’ye yürürken uçup, gökyüzüne karışacağımı zannettim.

Bu sene dünyadaki tahribatlar belgeseller sayesinde yine önümüzdeydi, yaşam o kadar geniş bir kavram ki, doğaya bir tekme sallamak bile ona olan saygı ve sevgi derecemizi gösteriyor. Tabii çoğu tahribatın kaynağı devlet eli ve özel şirketlerin yaptığı. Hele bizim ülkemiz, başka ülkelere çöplük olmaktan tutun da hammadde sağlayıcı olarak görev yapıyor ve daha fazla enerji, alternatif enerji adı altında ülkenin her karış toprağı zehirleniyor. Yaşam alanı olan yerlerin yakınında, orada yaşayanların canını hiçe sayar oranda maden araması yapılıyor, kanunen buralarda canlıların hayatını tehdit ederse maden arama, çıkarması devlet eliyle durdurulur ama bizim devletimiz neredeyse bunu teşvik eder durumda. Özelliklere de maden alanlarını, zeytinlikleri yabancılara açmış durumda! Karşımıza bu tür belgeseller sıkça çıkıyor. Direniş belgeselleri çoğunlukta. Ya da haberci gibi davranan haberdar etme belgeselleri. Su krizini anlatan, temiz suya ulaşmak da zorlanan yerlerin belgeselleri. Hepsi bir uyarı niteliği taşıyor, bugünü göstererek ileriye dair önlemler konusunda ciddi uyarılar taşısa da, dünyanın hep daha kötüye gittiğini deneyimliyoruz. Doğal ve sağlıklı olana ulaşma zorluğu yaşıyoruz, daha fazla zehir soluyor, daha sık hasta oluyoruz ve en önemlisi dünyanın kaynaklarını orantısız bir açgözlülükle tüketiyoruz…

Mesela Fethi Kayaalp adına verilen büyük ödülü kazanan Yo’eme Labirenti savaşçı bir kabile olan Yaqui kabilesinin suyuna göz koyan Sonora hükümetinin politikalarını ve susuz kalıp kuraklıkla savaşan ve yaşam savaşı veren bir kabilenin yaşamına odaklanıyordu. İleride daha fazla su savaşlarına dair belgeseller görmemiz olası gibi duruyor. Güçlü olanın zayıf olanı ezip, hakkını gasp ettiği, onun yaşam hakkını yok ettiği belgeseller. Belgesellerin ortak noktası doyumsuzluk ve açgözlülük, paylaşımsızlık, dengesizlik, bencillik… Hepsinde en azından olduğu gibi bırakabilmemin savaşı veriliyor.

Gaia Öğrenci Ödülü kazanan 0.2 Miligram Altın belgeselinde ise bir ormanın iki ucundaki yaşam anlatılır. Birisinde insanın yer almadığı bir alan varken diğer uçtaki ormanın dizaynı neredeyse insanlar tarafından yapılmış. Buradaki iki bakış açısından varoluşa ve geleceğe uzanmayı mümkün kılmış yönetmen.

Ödül kazanan tek yerli belgeselimiz vardı, o da GAIA Mansiyon ödülü kazanan Mustafa Aydın imzalı Haymatlos idi. Afgan mültecilerin yolculuklarını ve hayatta kalma süreçlerini anlatan belgesel elbette değerli. İnsan hayatının yerinden edilmesi çok kolayken yeniden inşa edilmesi o derece zor. Sürekli yollarda olan, her türlü kötülüğe açık bir insan grubunun çabasına eşlik eden belgeseller de fazlaca karşımıza çıkan konulardan. İnsanları yerlerinden etme olayının bir kısmı da bizim ülkemizde ‘kentsel dönüşüm etkinlikleri’ adı altında yaşanıyor. Devlet evlerin olduğu bölgeyi tehlikeli ilan ederek insanları zorla evlerinden çıkarıyor. Bakalım o evlerin yerine neler yapılacak, çok meraktayız! Bu konuda üç bölgeyi de kısa belgesellerle anlatan bir isim var. Yasin Serindere. Tozkoparan Bizimdir, Filistin Mahallesi ve Kanalı Beklerken projeleriyle yıkım tedirginliği yaşayan halkı karşımıza getiriyor ve sonra ne olacak sorusunu sordurtuyor.

Ve tabii zeytin. Selen Çatalyürekli imzalı Ölmez Ağacın Hikayesi ve Serdar Aşut, Yaman Umut Bilir imzalı Pirina da zeytinin kullanım alanına ilişkin detaylı bir anlatım içeriyordu.

Festivalden kafamız dolu dolu ayrıldık yine… Bu kadar çevresel felaketin yaşandığı bir coğrafyada insanın istilacı olduğunu çok aşikar. Mert Gökalp’in istilacı türler olan aslan ve balon balıklarının özelliklerine dikkat çeken İstilacılar belgeseline ithafen ben onların yanına bir de insanı ekliyorum.

Bu değerli yapımları bizlere ulaştıran tüm BİFED ekibine özellikle de Petra Holzer Özgüven ve Ethem Özgüven’e kucak dolusu sevgiler. Orda bir festival var, bizim festivalimiz!

Banu Bozdemir
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.