Antalya Altın Portakal’daki yönetmen isimlerini görünce gerçekten de iyi bir seçki izleyeceğimi düşünmüştüm ama filmleri teker teker izleyince nasıl da büyük bir yanılgıya düştüğümüzü hep beraber deneyimledik.

O yüzden en çok sevdiğim filmle başlamak istiyorum, Emin Alper Kurak Günler’de bazı ülke sinemalarında fazlaca karşılaştığımız atmosfer sinemasına bir de çok iyi bir gözlem gücü ve Türk insanın kimyasını ekleyince, akmayan sular birden akmaya başladı ve bizler de kana kana içtik…

Filmde o kadar fazla bileşen tam ve bütün bir halde önümüzde dizildi ki, heyecandan ekrana kitlendik diyebilirim. Bir Cumhuriyet Savcı’sının bir kasabaya atanması sonucu yaşananları anlatan film, şehre düşen yabancının rüya, gerçek ve fazlaca yönlendirme içeren deneyimleri sayesinde hatırlayamadığı bir gecenin sırrını çözme konusundaki ısrarını anlatıyor. Film bir karşıtlık hali yaratsa da kimsenin arkasında durmuyor, herkesin yaratılan atmosferin içinde bizzat el vererek, susarak ya da görmeyerek yer aldığının mesajını veriyor. Obrukların bizzat ülkenin çöküşünü ifade ettiği, balçıklı göl suyunun seni içine çekmeden, çoğunluğun tarafında yer almanın garantisini fısıldayan film, ülkemizde son yirmi yılda yaratılan insan tahribatını çok çok iyi anlatıyor. Hayvana olan davranışın, lgbt bireylere olan bakış açısının, kadının varoluş sebebinin erkeğe hizmet etmekle özdeş görüldüğü algının içerisinde öyle güzel bir çember çiziyor ki, umudu ve umutsuzluğu aynı anda harmanlıyor içimize… Filmle ilgili o kadar detay mevcut ki bunu uzun uzun Kurak Günler yazımda yazmak isterim ama festivalin en iyi filmi şimdiden Kurak Günler.

İlginçtir ki Karanlık Gece’de de Özcan Alper benzer dertler içerisinde karşımıza çıkıyor. Bu yarışmada Kurak Günler olmasa muhtemelen büyük ödülleri Karanlık Gece toplardı ama önüne kapı gibi dikilmiş bir film var. Karanlık Gece meselesini bize biraz geç aksettirse de, Kurak Günler’in distopik ve biraz da fantastik atmosferini gerçeğe daha yakın bir şekilde toparlar nitelikte. Yine kasabaya gelen birinin kasabalı tarafından çeşitli bahanelerle önce gözdağı verilerek, sonrasında da yok edilme noktasına getirilerek susturulma hikayesi. Bir vicdan azabının içinde kasaba insanının bitmeyen öfkesine, kendini bıraktıkları hayatın içinde kurdukları düzenimiz bozulmasın algısına müdahale etmek isteyen ama edemeyen, umutsuz bir çabayla mağaranın dibini boylayan, aralarındaki ilişkinin açık edilmese de dostluk olduğunu düşündüğüm iki insanın yok edilme hikayesine kadar uzanan gerçekçi ve etkili bir hikaye olduğunu söyleyebilirim. Burada da dertler aynı, hayvana, doğaya, lgbt bireylere el uzatmak. Ama kadını konumlandıracağı yeri fazla bilememiş bir hal var. Kızın hoşlandığı adamdan karşılık alamayıp ondan intikam alma yolunu seçmesi, redddedilmeyi göze alamaması gibi mesela. Filmde çok belli edilmese de kayıp bir kişinin mezarının yeri bilme, kemiklerini bulma isteğinin de gözaltında kaybolmuş insanlara bir vefa hali olduğunu düşünmek istiyorum. İshak’ın üzerine yağan karın ve onu mağaranın içine iten karanlığın nefretinin de, kartopu oynarken öldürülen Nuh Köklü’ye bağlanmasının takdir edilesi bir duruş olduğunu belirtmek isterim. Kasabaya dışardan gelen şehirli insan hali Kar ve Ayı’da da var. Eskiden bu tarz insanlar kasabalının baştacı iken, artık devlet insanının, kasabalının yarattığı hak ve adalet sistemine uyması isteniyor. Saygı çemberi her an kırılabilir, o yalnızlık ve kuşatma hali bir felaketle sonuçlanabilir. Bunu Kar ve Ayı’daki Cemre’nin yaşadıklarında da görebiliriz ama filmin zayıf senaryosu yüzünden, taa en baştan çözülen cinayeti ben gördüm durumu, hikâyede herhangi bir sürprize yer bırakmıyor. Ayı ve yarasa metaforu, üstü kapalı göndermeler içerse de hikayeye herhangi heyecan yaratıcı bir argüman olarak dönmüyor.

Belmin Söylemez Ayna Ayna’da üç kadının kesişen yaşamları üzerinden baskıcı, bastırılmış ve kadının konumunu sorgulayan bir bakış üretmeye çalışıyor ama kadına yönelen elle tutulur bir baskının altını çizmek de yetersiz kalıyor maalesef. Öğrenci Aylin’in babasının onu merak edip aramasında istenilen baskının izleri yok maalesef, ya da tiyatrocu Lale’nın düşüşe geçen ününün arkasında sığındığı tiyatrosunda kurduğu küçük dünyasına kalın harflerle yazılan aşağılayıcı bir yazının da etkisi tam olarak geçmiyor. Frida filmin en sahici karakteri, baskıyı hisseden ve onu dışa vurma anlamında, ondan kurtulma anlamında kendisine dokunan bir karakter. Eğer yönetmen filmin tanıtım metninde baskıcı, mahafazakar kelimelerini telaffuz etmeseydi, daha anlaşılır bir film olacaktı. Kadın oyuncular rollerini gayet iyi icra ediyor, baskının ve ondan kurtulmaya çalışmanın izleri daha güçlü olmalıydı zannımca.

Bir Umut, bir erkek ve kadın arasında yaşanan yanlış anlaşılmaların, bir annenin varlığıyla daha da çıkmaza girmesini anlatan, Umut’un ayrıca annesiyle yasadığı, çocukluktan gelen travmanın açığa çıkışına tanıklık ettiğimiz film, Çehov’un Martı oyununun da etkisiyle tiyatral dünyanın gerçekle çatışmasını makul bir şekilde ortaya koyuyor.

Onur Ünlü rahat tavırları ve rahat filmleriyle sevdiğimiz bir isim ama burada gerçekten de ismi gibi Bomboş bir filme imza atmış ve sonrasında da kendisini rahatlatmak için filmin adını Bomboş koymuş gibi duruyor. Film iyi başladı ama sonrasında biraz kaba tabir ettiğimiz, güldürmeyen komediye dönüştü, yönetmen muhtemelen kara komedi yapmak istedi ama çıkan iş gerçekten de bayağı vasat…

Burak Çevik video art tarzında denemeler yapan bir yönetmen. Buna hiç itirazımız olamaz ama filmin karşımıza çıkan mecrası festival olunca işler biraz sarpa sarıyor. Çok kişisel, deneysel bir mektuplaşma hamlesinin bize geçmeyen etkisi altında sorgularımız devam ediyor. Bu tarz filmleri sevmeyenlere karşı anlamıyorsunuz ibaresi umarım bir gün kalkar, çünkü anlamamaktan öte film kendisini öyle bir geri çekiyor ve anlatamıyor ki… Dijital platfortmlar ve bu tarz deneysel işlere yer açan festivallerde hak ettiği ilgiyi daha çok bulacağını inandığım bir iş. Ama afişine Ediz Hun ile Filiz Akın koyan bir festivalle çelişen bir algısı var. Ve maalesef filmdeki yas duygusu zerre geçmiyor.

Atalay Taşdiken televizyona daha yakın bir dille çektiği Hara filminde, eski Yeşilçam filmlerinin havasını yakalamaya çalışıyor, değişen dönüşen insanlarla, yaşadığı mekana sonuna kadar sahip çıkan iyi insanların dünyasını anlatıyor ama filmin o duygusu seyirciye pek intikal etmiyor ne yazık ki… Atlarla iç içe büyüyen Beste’nin at bindiği için filme dahil olmasının amatörlüğü fazlaca hissediliyor. Çiftlik hayatını sevmeyen kadının, çiftliği terk ettikten sonra kurduğu hayatın büyüklüğü de sakil kalıyor…

Kaan Müjdeci sevdiğimiz bir yönetmen ama bu kez olmamış. Ulusal yarışma geri geldi, bu konudaki öncülüğünü unutmak mümkün değil. İguana Tokyo neresinden nereye bağlanacağını bilmeyen bir film olmuş. Farklı denemeler, göndermeler yapmak güzel ama biraz da senaryo üzerinde aynı özen kurulsaymış… Filmde anne kız arasında gelişen ilişkinin boyutu konusunda yönetmenin kafa karışıklığı var gibi duruyor. Sevmek Zamanı’nda erkeğin kadına değil kadının resmine olan aşkının, sanal dünyada karşılığını yakalamak istermiş gibi dursa da, gerçek ve sanal dünyanın çarpışma yaşadığı atmosferde, hikayenin içine giremiyoruz ve yönetmenin bağlanmak istediği dünyaya karşı gayet mesafeliyiz!

İsmet Kurtuluş, Kaan Arıcı imzalı LCV, bir evlilik öncesi dökülen sırların anlatıldığı bir film. Bir anda üçlü bir çatışmaya dönen filmin senaryosu akıcı, tek mekanda geçmesi bir tiyatro algısı yaratsa da akıp giden bir yanı var. Gerçek duygular, toplum ne der duygusuyla bastırılan gerçek duygular arasında hızlıca yol alan film yarışma seçkisi içindeki farklı filmlerden. Oyunculuklar ilgili ödüller gelebilir diye düşünüyorum. İnsanın ikiyüzlü samimiyetsizliğine farklı bir açıdan bakan bir film olmuş.

Festival filmlerinin çoğu son zamanlarda karşımıza fazlaca çıkan hayvan şiddetine, güruh ruhuyla had bildirmeye çalışan kasabalı insanların cahil cesaretine, yabancı olmanın dayanılmaz yalnızlığına, lgbt bireylere, kadına yöneltilen baskıcı tutumlara el uzatmaya gayret eder bir tutum içinde karşımıza çıktı.  Daha güçlü bir seçki olmasını cani gönülden dilerdim ama başta Emin Alper olmak üzere, birkaç film daha yüreğimize su serpti… Ödüller için yarını bekliyoruz…

Banu Bozdemir
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.