Belgesel sinemamızın önemli, mihenk taşlarından usta yönetmen Suha Arın’ın (1942-2004) 1979’da Uluslararası Çocuk Yılı için çektiği Tahtacı Fatma belgeseli, 12 yaşındaki bir “tahtacı” kızının 2000 metre yükseklikteki Toros ormanlarında çok zor koşullarda geçen yaşamını, özlemlerini anlatır. Ülkemizdeki çocuk işçilerin az bilinen ancak yaygın olan dramını Tahtacı Fatma üzerinden anlatan belgesel, aynı zamanda, sosyal güvencesi olmadan Orman Bakanlığı için ağaç kesimi ve tomruk nakli işçiliği yapan bir topluluğun sorunlarına da ses olur.
Uluslararası 3. Balkan Film Festivali Birincilik Ödülü (1979), Uluslararası Şam Film Festivali Gümüş Kılıç Ödülü (1979), Antalya Film Festivali Altın Portakal Ödülü (1979) ve T.C. Kültür Bakanlığı Kısa Film Yarışması Birincilik Ödülünü (1979) alan belgeseli, Suha Arın Belgeselleri YouTube kanalından izlemek mümkün.
Tahtacı Fatma belgeselinden 40 yıl sonra genç akademisyen-belgesel yönetmeni Sezer Ağgez Tahtacı Fatma’yı yeniden bulur ve “Fatma’dan Sonra 40 Yıl” belgeselini çeker. Kendisi ile 40 yıl önce 40 yıl sonra Tahtacı Fatma üzerine, Tahtacı Fatma’nın da anısına kentte bulabildiğimiz bize en yakın ağaçlıklı bir alanda sohbet ettik.
“Fatma’dan Sonra 40 Yıl” belgeseli fikri nasıl oluştu? Aklına nereden geldi?
Film yüksek lisans tezim için Suha Arın Sineması’na odaklanmaya karar verdiğim dönemlerde ortaya çıktı. Arın’ın filmlerine geçmişte çalışılmamış bir açıdan yaklaşmak istiyordum ve bu süreçte yazılı, basılı ve deneyim tabanlı tüm bilgileri toplamaya başlamıştım. Bu sırada filmimiz için “çıkış noktası oldu” diyebileceğimiz bir röportaja denk geldim.
Suha Arın’ın 1999 yılında bazı filmleri için kendi stüdyosunda röportajlar yaptığı bir seri bulunuyor. Seride her filmden bazı ekip arkadaşlarıyla birlikte soru-cevap yapıyor ve anılarını anlatıyordu. Bu filmler arasında herkesin saygıyla yaklaştığı ve bir başyapıt olarak kabul ettiği Tahtacı Fatma için de bir röportaj vardı. Nesli Çölgeçen ile birlikte yaptıkları bu röportajda Arın’a, Fatma’nın ve Tahtacıların filmden sonra ne yaptığını bilip bilmediği soruluyor. Arın da “Filmin üstünden yaklaşık 20 yıl geçti. Bu süre zarfında Fatma’nın babası Ali Şimşek ile bir süre mektuplaştık. Ancak bir süre sonra mektuplar kesildi. Eğer bir imkân bulabilirsem şimdi gidip Tahtacı Fatma 2’yi yaparım. Şu anda filmi izleyen herkes Fatma’ya ne olduğunu merak ediyor, ben de merak ediyorum” gibi bir yanıt veriyor. Ancak hepimizin bildiği üzere hocamız bir süre sonra vefat ediyor ve bu hayali bir şekilde gerçekleşemiyor. Bunu izlerken tüylerim diken diken oldu ve bir anda aklıma bu hayali gerçekleştirme arzusu düştü. Şimdi düşündüğümde o videoyu öyle bir dönemde izleyerek kutsandığımızı düşünüyorum. Nitekim stresli ve zorlu bir yolculuk olacağı o günden belliydi ancak bir akademisyen olarak masa başında yaptığım çalışmaların yanı sıra yönetmen olarak da Arın’ın bizlere bıraktığı bu mirasa bir şekilde daha derinlikli bir biçimde katkı sunabileceğime inandım. Bu inancın akademisyen kişiliğime ve belgesel sinema alanında yapmaya gayret ettiğim yazınsal çalışmalara da doğrudan katkı sağladığını düşünüyorum.
Bu proje ile ne anlatmak istiyorsun?
Aslına bakarsanız belgesel sinemaya yaklaşımımı yeni yeni oturmaya başladığıma inandığım bir dönemde bu filme giriştim. Bence bir belgesel film anlatmaya giriştiği derdi sinematografik öğelerle zenginleştirirken elde ettiği doneleri bazen sosyolojik bazen antropolojik açıdan süzebilmeli ve ona bu perspektiflerden de değer kazandırmalıdır. Tarihimizde pek çok filmin ele aldığı kişileri, toplulukları veya kültürel miras öğelerini daha görünür kıldığını, korunmasına ve yaşatılmasına vesile olduğunu biliyoruz. Bu açıdan bakarsak benim için Fatma’dan Sonra 40 Yıl da bu anlattıklarımı doğrular bir konumda duruyor. En başta şunu iyi kavramak gerekir, ne ben Suha Arın olabilirim/olmak isterim, ne de Tahtacı Fatma Suha Arın dışında biri tarafından tekrar çekilebilir.
Biz bu projede ilk hedef olarak Tahtacı Fatma’yı henüz izlememiş kişileri de dışlamadan hikâyemizi anlatmak istedik. Bunu sağlama çabamızı bir kenara koyarsak filmimizin Tahtacı Fatma’yı bir “kayıt noktası” haline getirip yaklaşık 43 yıl önce primitif koşullarda hayatlarını sürdürmeye çalışan, toplum içinde yalnızlaştırılmış ancak hayret edici düzeyde insani gelişmişliği elde edebilmiş bir topluluk olan Tahtacıların bu filmden sonraki yaşamında ne gibi değişiklikler olup olmadığını ele alan bir keşif filmidir diyebilirim. Bildiğiniz üzere bir topluluk olarak Tahtacılar, hala akademide de sinema alanında da Tahtacı Fatma gibi önemli birkaç örnek dışında pek görünür değiller. Belli başlı çalışmalar var tabii emeğe saygısızlık yapmayalım ancak başta bizler olmak üzere Arın’ın filmini izleyen herkes Tahtacılar hakkında “acaba şu an ne durumdalar” diye bir düşünür. Biz de hem buna bir yanıt aramayı hem de belgesel sinemamızın en iyi örneklerinden olan bu filmin katmanlanmasını ve önemli bir konuya önemli bir zamanda parmak bastığını göstermek istedik. Tahtacı Fatma, günümüzün teknolojik kolaylıklarından eser olmayan, işçinin, emeğin görünürlüğünün otokratik bir bakış açısıyla bastırılmaya çalışıldığı zor bir zamanda çekildi. Bunu günümüzün izleyicisinin anlayabilmesini şahsen çok isterim. Bununla birlikte en temel dileğimiz Arın’ın mirasından bağımsız olarak bir keşif, şahitlik ortaya çıkarmaktı.
Evet ben de merak ediyordum şimdi ne durumdalar diye. Doğrusu filmi izledikten sonra eskiden mi, şimdi mi daha iyi durumdalar ya da değişen ne ki diye sormadan edemiyor insan. Peki Sezer, Suha Arın gibi ustaların ustası bir ismin filminden yola çıkmak seni ürkütmedi mi? Bir anlamda artı bir sorumluluk yüklüyor sanki…
Aklı başında herkes böyle bir konuyu filmleştirirken bir beklenti oluşturacağını bilir. Biz de bunun gayet farkındaydık. Ancak zaman içinde karşılaştıklarım bu projenin beklediğimizden çok daha büyük bir sorumluluk getireceğini bir tokat gibi yüzüme çarptı. Neticede kimse kimsenin tarzını da işini de beğenmek zorunda değil. Göreceli kavramların önemli olduğu bir alanda üretim yapıyoruz. Dolayısıyla her yoruma ve yaklaşıma hazır olmak istedim. Ancak en başta bu filmde yer alan herkes ve Arın ailesi bizleri bu filmi yapmaya layık gördüler, ardından yaptığımız şeye saygı duydular. Sonuçta hiçbirimiz Arın’ın da ardıllarının da kuşağından değiliz. Meseleye dışarıdan yaklaşıyoruz.
Herkes senin gibi bu sorumluluğu hissetmeyebilir. Zaten filmin başında Suha Arın’ın belgesel sinemasını anlatan bir bölüm var. Sanırım burada bir saygı selamı vermek istedin.
Az önce de bahsettiğim gibi filmimizi izleyen insanların arasında “Tahtacı Fatma’yı izleyenler ve izlemeyenler” gibi bir ayrıma girişmemenin en güvenilir yolu sizin de bahsettiğiniz ilk bölümü “hub” bilgilerle açmaktan geçiyordu. Bilgi yoğunluğu sebebiyle didaktik görünen bu bölüm aslında filmin de en önemli eşiği konumunda duruyor; bu eşikten geçenleri ekip olarak bugüne dek gördüklerimizle baş başa bırakıyoruz.
Çekimler sırasında ne tür sürprizlerle karşılaştın? En çok ne zorladı seni?
Belgesel film yapmak bence başlı başına zorluk. En başta disiplinel anlamda karşılaştığımız zorluklar geliyor. Fon ve sponsorluk arama, araştırma süreci, hikâyeye “dur” diyebilip işe koyulmak, sahada karşılaşılması muhtemel zorluklar ve bitirmek… Ancak bizim için bu zorlukların yanında iki önemli mücadele daha bulunuyor; pandemi ve Türk belgesel sinemasına karşı sorumluluğumuz. En başta pandemi süreci çok büyük, yıpratıcı ve yorucu bir süreç yaşamamıza sebep oldu. Film ekibimiz bir yıl online toplantılarla işleri yürütmeye gayret etti. Araştırmamızın önemli bir kısmı Arın’ın yapım şirketi MTV Film’de geçti. Bu anlamda başta Evren Arın olmak üzere Arın ailesinin de pandemi koşullarında zaman zaman bizimle çalışması gerekti. Öylesi tehlikeli bir dönemde tüm riskleri göze alarak bize destek oldular. Evren Arın’ın danışmanlığında Suha Arın arşivinin deyim yerindeyse altını üstüne getirdik. Geçen zamanın projemizi Suha Arın’ın arşivine en çok dokunabilen yapımlardan biri haline getirdiğini de rahatlıkla söyleyebilirim. Ancak pandeminin hala bitmediğini hatırlarsak bizim için bir diğer önemli husus metropollerden köylere virüs taşıma endişesi oldu. Bu sebeple de birkaç kez setimizi ertelemek durumunda kaldık. Yine pandeminin getirdiği zorluklardan biri olarak görüşme yaptığımız kişilerin riskli yaşlarda olduğunu söylemek doğru olur. Filmimizde bilgisine başvurduğumuz tüm ustalarımız, hocalarımız bu riskleri göze alıp bizlere destek oldular. Filmimizin böyle bir dönemde belgesel sinema tarihimizin ustalarını bir araya getirmiş olmasından dolayı oldukça gururluyum.
Bu gibi zorluklarla filmimizi zaman ve lojistik kavramları arasında sıkışık bir atmosferde çekmek durumunda kaldık. Özellikle tahtacı Fatma’nın o zamanki kameramanları, bugünün usta belgeselcileri Hasan Özgen ve Savaş Güvezne’nin bize katıldığı son etap hayatımın en zor setiydi. 6 günde beş şehir ziyaret edip 3500 kilometre yol yaptık. Bu yolculuğun çoğunda hocalarımız bizimleydi. Bizim gittiğimiz yolları gittiler, bizim yediğimiz yemeği yiyip bizim yattığımız yerlerde uyudular. Onların yaşına geldiğimde bu enerjiye ve tahammüle sahip olur muyum bilmiyorum. İnsan ister istemez bu mahcubiyeti yaşıyor. Ancak onlar için de değerli bir yolculuk olduğuna inanarak kendimi motive etmeye çalışıyorum. Her türlü zorluğa rağmen umarım öyle olmuştur. Tüm bunların altında ezilmeden sponsorlarımıza, çevremize, seyirciye ve belgesel sinema topluluğumuza verdiğimiz sözleri tutmamız gerekiyor. Bu baskı ve en iyi şekilde bitirme mücadelesi beni gerçekten yıprattı.
Oldukça sancılı bir süreçte gerçekleşmiş çekimler. Kamera arkası da ayrı bir belgesel olmuş. Aradan geçen 40 yılda en çok ne değişmiş olumlu olumsuz hayata, doğaya, karakterlere dair? En çok ne etkiledi seni?
Bu sorunuzun yanıtı filmimiz için de çok değerli Semra Hanım. Nitekim bunu görmeye, anlamaya ve göstermeye çalıştık. Şöyle bir tepeden baktığımda son 50 yılda Türkiye’deki kültürel miras erozyonundan nasibini aldıklarını söylemem yanlış olmaz. Köyden kente göç, Antalya’nın turizm gücünün sağladığı kendilerince cazip bir yaşam tarzı ve ekonomik durumun kırsal yaşamı zorlaştırması Tahtacıları da bir kopuşa yavaşça itmiş. Önce kesim yaptıkları yerler ellerinden kaymış, sonra Tahtacılıktan ümit kesilmiş, gençler köyde yaşamayı tercih etmemiş ve günün sonunda bir kopma yaşanmış. Bu kimsenin şaşkınlıkla karşılayacağı bir sonuç olmaz. Öte yandan beni etkileyen şey ise bunun tam tersinde duruyor. Bunca göçe rağmen Tahtacı Fatma filminde görülen gençler; yani şimdinin yaşlıları bir arada yaşamaya devam ediyor. Ve bunca erozyona rağmen aynı bilgi ve kültür seviyesine, aynı insani görüşe sahipler. Hala insana güveniyorlar ve fikrî aydınlıklarını koruyorlar. Bunu keşfetmek ve belgelemek bence çok değerliydi. Bildiğiniz üzere Tahtacı Fatma’yı etkileyici kılan unsurlardan biri de buydu. Bu noktada Arın’ın neden Tahtacılara bu kadar değer verdiğini de anlamak zor olmuyor. Onları tanımaktan ve insanlıklarından nasiplenmiş olmaktan dolayı kendimi çok şanslı hissediyorum. Bu uzun süreçte onlarla da kaderimizi paylaştık. Açıkçası en çok bundan etkilendiğimi söylemeliyim. Onlar bizler için çok koşturdular ve kamera olsun olmasın davranışlarından asla ödün vermediler. Biz de sadece sete gidip amiyane tabirle “sömürmek” istemedik, çeşitli dostluklar, arkadaşlıklar kurduk. Pandemi döneminde ekip arkadaşlarımızla ve niyetimizi duyan dostlarımızla birlikte köyde uzaktan eğitim alma imkânı bulamayan kardeşlerimize naçizane desteklerde bulunduk. Böylelikle filmsel açıdan beslendiğimiz coğrafyaya karşı da biraz olsun teşekkürümüzü ettiğimizi düşünüyorum.