Festival 41. yılında yine sahalara döndü, salonları doldurdu. Kendi adıma ben de coşkuyla salonlara koştum, daha çok festivalin basın gösterimi programını takip ettim diyebilirim.
Sakin sakin akıp giden festival ünlü ve aramıza karışmayı seven yönetmen Gaspar Noe’yi festivale davet edince coşkulu bir Gaspar Noe ile fotoğrafım, anılarım, yaşadıklarım silsilesi doldurdu sosyal medyayı. Tabii kendisi çok sevdiğim yönetmen Haneke’nin Amour / Aşk filmine benzeyen Vortex filmiyle Uluslararası Yarışma’da Altın Lale’yi aldı. Onun coşkusu da vardı tabii üzerinde. Ama festivali bir cümle ile ifade etseniz ne dersiniz diyenler arasında onun adını tekrarlayanların sayısı hiç de az olmayacaktır eminim. Varsın olsun!
Festivalde global tema bazen kendiliğinden ortaya çıkar ya burada da biraz çocuk psikolojisi ön plandaydı sanki. Arka arkaya izlediğim filmlerde çocukların masum yüzlerinin arka planında akran zorbalığını işleyen filmleri bir hayli başarılı bulduğumu söylemeliyim. Un Monde / Oyun Alanı mesela. Abisinin okulda kendisinden büyük çocuklar tarafından yaşadığı şiddete tanık olan minik kızın yaşadıkları gerçekten de etkileyiciydi. Çocukların boy hizasını aşmayan kamera açısı, çocuk oyuncuların katkısıyla belirginleşen şiddet. C’mon C’mon zorunlu birlikteliklerin yarattığı çatışma, alışkanlık ve sonrasında yarattığı sevgi üzerine. Bir süre dayısıyla yaşamak zorunda kalan çocuğun değişimi, tepkileri ve bize ders gibi sevmeyi öğretme öğretileri bir hayli başarılıydı. Ve Masumlar. Eskil Vogt imzalı film doğru hamlelerle ilerleyerek filmi bir gerilim atmosferine sokmayı başarıyor. Farklı fiziksel ve uhrevi duygulara sahip çocukların yarattığı kaosun tehlikeli bir oyun gibi ilerlemesi filmi dinamik bir atmosfere sokuyor ve seyirci olacakları beklerken koltuğa mıhlanıyor.
Filmin yarışma dışı gösteriminde yer alan ve herkesin gönlünü fetheden yapımlardan biri de Cem Kaya imzalı Aşk, Mark ve Ölüm’dü… Almanya’ya giden Türk işçilerinin oraya adapte olma sorununu işleyen belgesel, orada vücut bulan müzik dilinin peşine seyirciyi öyle güzel takıyor ki… Duygudan duyguya geçtim izlerken. Tempolu, esprili bir yandan da hüzünlü ve başarılı arşiv görüntüleriyle harmanlanmış film, belgesel sinema adına iç açıcı örneklerden. Yakında dijital platformlarda karşımıza çıkacaktır.
Gelelim ana yarışmaya. Değişmeyen tek şey değişim misali bizim yerli sinemamızda yaprak kıpırdamıyor yine ne yazık…
En iyi film ödülünü kazanan Maryna Er Gorbach imzalı Klondike oluyor. Film Rusya – Ukrayna savaşı üzerine nokta atışı bir film. Orası hep gergin bir bölge ve Gorbach da bu bölgede evini terk etmek istemeyen hamile bir kadının kararlılığını anlatıyor bize. Savaşın sıcak etkileri jüriyi de etkilemiş olmalı, filmin kendi içindeki başarısı da yabana atılacak gibi değil. En iyi yönetmen Kerr filmiyle Tayfun Pirselimoğlu’nun oldu. Filmle ilgili detaylı yazıyı beyazperde.com’a yazdım. Zaten bizim tahminlerimiz de en iyi yönetmen ödülü üzerineydi. Film tam anlamıyla bir atmosfer filmi, Pirselimoğlu da bunu başaran yönetmenlerden!
Ali Kemal Güven imzalı Çilingir Sofrası diyalogları, temposu, ana ve tek konuya olan yoğunlaşmasıyla sinema duygusunu hissettiren bir film olmuş. Ahmet Rıfat Şungar’ı sinemaya çok yakıştırırım, Barış Gönenen ile tempoları iyi tutmuştu. Zaten birlikte en iyi erkek oyuncu ödülüne uzandılar.
Jüriden ödül çıkmayan filmlerden biri de Birlikte Öleceğiz filmi. Jüri başkanı Onur Ünlü tarz olarak kendine yakın bulmuş ve gerisin geriye itmiş olmalı filmi. Şaka bir yana Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu’nun biraz Onur Ünlü, biraz Wong Kar-wai havasında olan Birlikte Öleceğiz filmleri ‘değişik’ tanımına giriyor. Film süresine rağmen akıyor ama senaryonun sıradanlığı beylik cümleler ve klişe planlarla doluyor. Arada bırakan bir film ama kötü diyemem. Burada bir parantez açmak gerekirse… Erkeğin fiziksel ya da ruhsal şiddeti karşısında filmlere bakış açımız gelişiyor bu çok normal. Yönetmen bunu göstermenin, karakteri öyle kurgulamanın ötesinde bunu bir tavır olarak koyuyorsa orada sorun var. O filmi bakış açısı olarak sorunlu ilan edebiliriz. Bir de tam tersi var. Şiddeti göstere göstere çekip şiddet karşıtı vurgusu yapan filmler. Soner Caner imzalı Mukavemet maalesef biraz o potaya giriyor. Tek planda çekilen filmde gore sahneler, tamamen kontrolden çıkmış erkeğin hareketlerini takip ediyor. Arka plandaki söylemi kadını sevdiği için yaptı olacak bir erkeğin, her tarafı kana bulama duygusunu, yönetmenin bunu yaparken amaçladığı şeyin ne olduğu sorusu kafamızda takılı kalıyor.
Kadına şiddet, hayvan hakları gündem konularımız. Her filme buradan hücum etmememiz gerektiği gibi bu konularda duyarlı davranıyormuş gibi görünen ama tersi bir yol tutturan filmlere de prim vermemek gerekiyor.
Filmlerdeki bir diğer sorun da senaryosuzluk. Bir fikrin etrafında kopartılan onca boş sahne filmi bir yere taşımadığı gibi seyirciyi de boğuyor maalesef. Sinema şehirli insanın dertlerine de ulaştı derken bunu kast etmemiştik. Tareq Daoud imzalı Yaban bir kaçış hikayesi olarak ilerlerken ne oldu da katil anneyi çıkardı karşımıza. Bana Karanlığını Anlat, ironisine rağmen seyirciye geçmeyen bir film. Zuhal bir kedi sesi üzerinden, bütün apartmanı yoklayan, aslında bütün doğrunun, duyarlığının Zuhal’de toplandığı vurgulayan bir film olmuş. Diğerleriyle kıyaslanınca daha anlaşılabilir.
En iyi belgesel ödülü kazanan Anayurt filmini çeken Senem Tüzen ve tabii Adam Isenberg, Noah Amir Arjomand. Belgeseli izleyemedim ama merak ediyorum. Bu ekipten kötü bir iş çıkmaz gibi geliyor. Deniz Tortum Kathryn Hamilton imzalı kısa film Our Ark gerçekten de etkileyici bir deneysel, belgesel tarzı kısa film. İzlerken ilgiyle izledim ve en iyi film ödülünü hak ettiğini düşünüyorum…
Festivali takip etmek bana iyi geldi. Filmleri izlemek, sıkılmak, kızmak, eğlenmek, yorumlamak. İyi ki varsın İstanbul Film Festivali.