Onur Saylak ve Hakan Günday ikilisinin kayda değer işlere imza attığını biliyoruz. Uysallar’da onlardan biri. 90’lı yıllarda, İstiklal Caddesi’ni örnek vereceğim ama punk, rock, metal, Anadolu pop, hatta hippiler vardı. Bir renk, bir isyan dalgası vardı. 2000’li yıllara girdiğimizde İstiklal’i süsleyen bu renk seremonisi biraz daha devam etti. Sonra aykırı tipler azaldı. Bir kısmını beyaz yakalı olarak görmeye başladık, kıyafetler, görüntü değişmişti ama iş çıkışı soluğu İstiklal’de alan tiplere dönüşmüşlerdi…

Uysallar içimizde bir yerlerde sakladığımız, ulaşmak istediğimizde aynı tadı vermediğine onlarca kez tanıklık ettiğimiz gençlik dalgasını anlatıyor. Kahramanımız mimar Oktay. Ankara’ya gençlik arkadaşının yanına gittiğinde, onunla yaptığı konuşmalarla tekrar punk ruhunu canlandırmaya çalışıyor. Bunu görsel olarak başarıyor, ama içinde eskiye dair kırıntıları ancak yeşertebiliyor. Dizi bir dönüşme temasının hapsinde, Oktay’ı gece ve gündüz farklı kişiliklere bürünmüş bir bireye dönüştürüyor. Burada Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’in Tuhaf Hikayesi’ni bir nebze anabiliriz.

Dizide daha önce birçok filmde dokunmalarını hissettiğimiz bir orta sınıf eleştirisi hakim. Geçmişini unutmuş, hayatı o andan ibaret sayan ve o anın keyfini dibine kadar çıkaran, her türlü yalan dolan oyununa dalan ve bunu bir varoluş sayan insanların hayatlarının toplamını görüyoruz filmde. Herkes yapraklarının içine öyle güzel saklanmış ki, gelecek baharda yeniden yeşermek nedir onu bile unutmuş. Herkes sararmış yapraklarının içinde, paranın hakim olduğu, paranın uzandığı bir hayatı avuçlamanın derdinde! Gündüz şarap, gece rakı içerek belki de unutmanın, hatırlamamanın en güzel türküsünü söylüyorlar!

Ama Oktay öyle değil. Modernizme punk kültürünün sivri uçlarıyla çomak sokuyor. Punk serttir, estetik değildir. Saçları, sivri metalleri, gotik makyajı ve farklı görüntüsüyle ortamın huzurunu bozmaya yeminli tiplerden oluşur. Oktay öyle değil dedik ama onun dönüşüm isteği, bir avuç arkadaşıyla beraber kapitalizmin çarkları arasında sıkışıp kalmış bir ütopyaya ve tüketim kültürüne dönüşüyor. Bir twit attığı için evinden gelinip alınmayı bekleyen, kendisini muhalif atfeden ama tamamen kafası kapitalist bir reklamcı gibi çalışan arkadaşı Mert’in ütopyası kadar gerçekçi ve işlevsel oluyor Oktay’ın aykırılığı da… Berhudar beyin bir devlet mekanizması gibi çalışarak, onu kendi inşa ettiği  örnek cezaevine mahkum etmesi gibi çözülmelerin başladığı yerde buluyoruz kendimizi. Çünkü herkesin sırları, suçları ve o sırları açık edecek yazılı kaynakları (!)mevcut!

Dizideki sis de mükemmel bir detay. Gökdelenlerin tepesine çıktıkça, her şeye tepeden bakma kapasitesinin artması, gerçeklikten uzaklaşma dürtüsünün tavan yapmasıyla kendisini tanrı yerine koyan insanın dramına tanıklık etmek daha da kolaylaşıyor. Sis modern insanı rahatsız eden, netliği yok eden, tekinsizlik argümanı. Aynı zamanda doğanın insanlığa yolladığı geri püskürtme yöntemi. Sis bir doğa olayı ya da kirlilik tartışmasının ortasında kalsa da, modernizme savaş açan, insana arkasını kollaması ve kendine gelmesi konusunda sinyal veren güzel bir detay!

Filmin handikaplarından biri de baskıcı, otoriter babanın burada da karşımıza çıkması. Bireyin tamamlanamamış kişiliğinin arkasında beliriveren bu baba figürü çokça karşımıza çıkan, izleyici olarak da bu bağlamda psikolojik bir argümanın varlığına ikna edilmemiz gerektiğini belirten bir otorite varlığı. Elbette baba baskısının kaynağı çok eskilere dayanıyor, bu dizide de yerini çok iyi bulmuş ama… Oktay’a sürekli bir bu baskıdan kurtulması, onu aşması için telkinlerde buluyor bir yandan da dizi. Babaya da ikinci bir babalık hakkı vererek, o otoritesini bozması, ‘iyi’ bir baba olması yönünde ikinci bir şans tanıyor.

Nil’i canlandıran Songül Öden’i Rüzgar’da Sallanan Nilüfer’in Handan’ına benzettim. Nil de hayatını doldurma derdinde. Onun ilk sahnede karşımıza maskeyle çıkması, aslında çok da kendisine ait bir hayatının olmadığının göstergesi olarak sunuluyor. Ve dizi boyunca girdiği rollerin, kalıpların cezasını çekiyor bir nevi. Kocasının kendisini aldattığını düşünüp, o da onu aldatmanın yolunu buluyor. Yalanlarına karşılık yalanlarla karşılaşınca hayatının şokunu yaşıyor. Herkesin arkada işleyen ama ön tarafta sürekli bozuk saat gibi kurulan bir hayatı var. Bunun da odağında başkalarının ilgisini, şefkat ve arzusunu istemek ve hissetmek var. Nil bunu kendi kulvarında en uç örneğiyle yaşıyor.

Filmde aslında her karakter belli bir incelikle, bir yere yerleştirilmiş yapı taşları. Hepsi düzenin bir parçasını oluşturuyor ve bize yaşadığımız dünyanın geldiği nokta hakkında bir ipucu sunuyor. Ama filmin sözü getirmek istediği felsefesi Ece’de birleşiyor. Saflığı, anaerkil bir varoluşu temsil eden küçük Ece; varlığıyla etrafında tek tek örülen duvarlara meydan okuyan küçük bir düşün savaşçısı. Teknolojiyi reddeden, yoksullara yardım eli uzatmak için çabalayan, komşu kavramını hatırlatan, şiddet görenin yanında duran küçük Ece’nin kime geldiği belirsiz mektubu uzatması gibi, akıldan öte vicdanı, dış dünyayla tanışmamış bilgeliği temsil ettiğini söyleyebiliriz. Babası Oktay da o dünyaya dönmeyi, tekrar özünü bulmayı öylesine çok istiyor ki… Ama etrafında oluşan girdaptan çıkamıyor. Olmuyor, bir zamanlar tüm hayatını verdiği eski dünyaya geçiş yapamıyor. Hatta eski dünyasından izler yakaladığı insanların da gitmesine neden oluyor. Bir beyaz yakalı olarak patronunun borçlarını ödediğinin farkında, bir hesaplaşmanın içine bizi de çekerek, tekrar bir sorgu mekanizmasının gıcırdayarak da olsa çalışmasını sağlıyor içimizde. Ama sonuçta bu bir dizi ve izleyip, modernizme ve belki de kapitalizme lanet okumamızı sağlamanın ötesinde bir yaptırımı bulunmuyor ne yazık. Sonrasında tekrar var olan düzeni koruma yönünde dağılıyoruz.

Banu Bozdemir
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.