“Her şey dahil” 58. Antalya Film Festivali’nde en iyi belgesel ödülünü aldı.  Yönetmeni Volkan Üce Belçika’da doğmuş üçüncü kuşak Belçikalı Türkler’den. 29 yaşına kadar Antwerp Üniversitesi’nde “uluslararası ilişkiler ve siyasal bilimler” alanında araştırma görevlisi olarak çalışmış. Doktoradan sonra ise sinemaya, özellikle belgesel sinemaya geçiş yapmış. İlk belgeseli “displaced – arafta” aynı zamanda bir sinema okulu olmuş ona. Pek çok festivalde gösterilen ve ödüller alan bu ilk belgesel Belçika devlet kanalı tarafından da satın alınmış. Arafta ile Belçika ve Hollanda’da büyüyen üçüncü kuşak Türklerin kimlik sorunlarını anlatırken,  Türk ve Batı Avrupa toplumlarının bugünkü hallerini de yansıtmış. Ardından ikinci belgeseli “all-inn – her şey dahil” gelmiş. Biri 25, diğeri 17 yaşında iki gencin hem iş hayatında deneyim elde etmek hem de İngilizce öğrenmek için her şey dahil konseptli bir oteldeki çalışmalarına ve başından geçen olaylara odaklanan Volkan Üce, iki yaz sezonu boyunca geçenleri takip ederken kapitalist dünyada ayakta kalma çabalarını, yaşadıkları masumiyet yitimini resmetmeyi amaçlamış. Avrupa’da pek çok festival dolaşmış, ödüller almış.

 İki kültürlü, iki dilli, iki kimlikli Türklerin yaptığı kurmaca, belgesel, animasyon,…  filmler ayrıca ilgimi çekiyor. Çünkü onların iki kültürün, iki kimliğin sentezi ile Türkiye’ye ve Türkiye’deki meselelere hatta dünyadaki meselelere bakış açıları enteresan olabiliyor. Yeni boyutlar katabiliyor ya da boyutsuzlaştırabiliyorlar.

Volkan ile sosyal medya üzerinden haberleştik, maalesef Antalya’da olamadığımdan filmini gönderdiği link üzerinden izleme şansı buldum. Siz nasıl izleyebilirsiniz? İşte o her zamanki ana problem: Filmin seyirciye ulaşması. Kim bilir, belki Türkiye’deki başka festivallerde, dijital platformlarda ya da Youtube’da… izleyebilirsiniz.

Belgesele ilgin nasıl oluştu?

İlk filmler belgeseldi. Daha sonraları kurmaca ön plana geçti. Son senelerde belgesel filmler beni çok heyecanlandırıyor. Büyük gelişimler var ve bende bunun bir parçası olmak istiyorum. Gelecek belgeselde ve hibrit filmlerde. Belgesel filmleri sadece bilgilendirme yapmanın ötesine geçti. Aynı kurmaca filmlerdeki gibi meselesi olan, ana karakterlerin, hikayenin, gelişimin olduğu sanat eserleri. Tabi kurmacaya göre bazı kısıtlamalar var. Ama kısıtlamamlar kötü bir şey değil.

Seni ne tür şeyler kısıtlıyor mesela?

Beni “kısıtlayan” tek şey bana güvenip bir müddet hayatlarına ortak eden insanlara karşı olan sorumluluğum. Bu yönden belgesel filmi yapmak kurmaca yapmaktan daha zor. Ben belgesel yönetmeni olarak “bir de bu filmden sonrası var” diye düşünüyorum. Sonuçta gerçek insanlar, gerçek hayatlar söz konusu. En iyi belgesel filmi yapmak istiyorum tabii ama aynı zamanda arkamda enkaz, tahriş, ceset bırakmak istemiyorum. Mesela bir sahne çekiyorum. Filmde kullansam güzel olur ama aynı zamanda bana güvenip hayatını, kalbini bana açan birine zarar verebilir. O zaman kullanmam. Bana güvenen insanları koruma içgüdüsü yüksek bende.

Belgesel etiğine bu kadar önem vermen müthiş. Maalesef üzerine gerek sinemasal gerek kuramsal açıdan çok az kafa yorulan bir mesele. Çok saygın bir yaklaşım.

Bu belgeseli yapma fikri nasıl oluştu?

Michel Houellebecq’in “Plateforme” kitabı, her şey dahil otelinde çalışan kuzenim ve hayal gücüm bu belgesel fikrini oluşturdu. Bu her şey dahil otellerde dünyada ve insanoğlunda beni rahatsız eden her şey bir arada. Ve modern dünyanın mikrokozmozunu görüyorum orada. Merak ettim. Başka gezegenden varlıklar gelse bu dünyaya ve bu düzeni amatör antropolog olarak görseler. Ne düşünürler, bazı mekanizmalara hangi anlamları yüklerler, bu dünya onları bozar mı ve bozarsa nasıl bozar?

Neden bu konuya eğilmek istedin, derdin neydi?

Ben araştırmacı gazeteci olarak yaklaşmıyorum olaylara ve insanlara. Bir film yaparken kendimden, dertlerimden yola çıkıyorum. Buradaki derdim meritokrasi, bencillik ve eşitsizlik içeresindeki masumiyet kaybı, dünyanın erdemlileri bozması.  Ve Jung’un “Persona” teorisi de bir başka derdim. Otelde, fabrikada, sokakta çalışan işçileri, maddi olanakları az olan insanları hor gören, sırf parası olduğu için kendini onlardan daha üstün gören, onları makinenin bir parçası olarak gören insanlar beni rahatsız ediyor. Mesela benim Belçika’daki gözle görülür personam Türk olmam. Sırf bu yüzden benim kişiliğime, karakterime, hayata bakış açıma, siyasi duruşuma, kadınlara, dünyaya olan bakışıma  belirli bir değer biçiliyor. Ve maalesef çoğu insanlarla olan muhabbetler bu persona yüzünden baya sığ geçiyor, bir üstten bakış seziyorum. “Avrupa’da doğup büyüdüm” deyince Türkiye’deki Türklerin gözünde ister istemez bir fikir oluşuyor ve bu hoş değil. Aynısının otel personelinin de başına geldiğini biliyorum. Onlar paralı turistlerin gözünde makinenin değersiz parçaları gibi ve bu dünyadaki tek anlamları turistleri eğlendirmek, doyurmak, hizmet etmek…

Filmin pek çok festivale katıldı. Ödüller aldı.  Avrupalı ve Türk seyirci ile buluştu. Bu iki seyircinin filme tepkilerini karşılaştırır mısın?

Türk olduğum için Türk seyircinin tavrı benim için çok önemli. Genelde haklı olarak Avrupalı Türk yönetmenler tarafından  veya yurtdışından gelen bir ekibin çektiği filmlere pek olumlu bakmıyor Türkiye’deki seyirci. Ancak benim filmimde böyle bir şey olmadı. Buna çok sevindim. “Ya bizim 100 senedir bildiklerimizi anlatmışsın, bize anlamlı gelmedi” demedikleri için huzurluyum. Şöyle bir şey olmuştu Avrupa’daki  bir gösterim sonrası. Aynı salondan çok farklı iki yorum gelmişti. Bir izleyici: “Bu film çok sert. Şiddet içermemesine rağmen aşırı şiddetli, yumruk gibi geldi” dedi. Başka bir izleyici ise: “Bu otelde çalışanlar neden ağlamıyor? Neden hallerinden memnun gibiler?” diye sordu.  Adam oryantalist, aşırı ajite edilmiş, zayıf ve boynu bükük ana karakterler beklemiş ve bunu tam olarak göremeyince hayal kırıklığına uğramış. Öyle bir beklenti var Avrupa’da. Avrupalı Türklerin oryantalist filmler yapmasını bekliyorlar. Türkiye’yi ve Türkleri haddinden fazla oryantalist göstermek isteyen ve bunun üstüne bir de kendilerini kurtarıcı gibi gören Avrupalı Türklerin önü maalesef çok açık. Formül çok basit aslında. Ben çok cesur bir film çekeceğim, atıyorum, töre cinayeti. “Bu problemi sizin sayenizde cesur bir şekilde göstermek istiyorum” diyen birini paraya ve sevgiye boğarlar Avrupa’da. Hele birde bu filmi çeken Avrupalı Türk, onlara kurtarıcı olarak bakarsa…

Yaşasın doğunun aşağılık kompleksi desene. Kurtarıcı Batı, gelsin bizim sorunumuzu anlatsın, ele alsın, çözümünü de söylesin, çare olsun bize. Biz kendi yaramızla yüzleşemeyiz, asla derman bulamayız, o kadar aciziz… Volkan bu bakış açısının az da olsa hala prim yaptığını biliyordum anacak bizzat içerden birinden pek de azalmadığını duymak çok sevimsiz.

Belgesel filmler çok gelişti ve kurmacaya göre daha hızlı gelişim göstermeye devam ediyor ve bende bu gelişimi hem heyecanla izliyorum hem kendi çapımda katkı sunmaya çalışıyorum. Ancak bu değişimde değişmeyen olay hala kolonyal bakış açısıyla çekilen belgesellerinin varlığı. Bu kurmaca için de geçerli. Son senelerde sektör ne kadar beyaz olduğunun farkına vardı. Reklam filmlerinde, kurmacada, belgesel filmlerinde hem ekran önünde hem kamera arkasında azınlıklara ve kadınlara daha çok yer veriliyor. Yine de maalesef ipler hala beyazların elinde. Batı Avrupa bu aralar çok fena bir şekilde, kendini acındırmaktan gocunmayan, geldiği veya annesinin babasının geldiği ülkeyi olduğundan daha egzotik, geri kalmış ve ilkel bir coğrafya olarak gösteren, bir şekilde kurban rolünü benimseyen  Türk, Arap, Afrikalı,… yönetmenlerle dolu. Bunu kullanan veya kendini kullandıran yabancı uyruklu yönetmenler furyası var Avrupa’da. Acıklı töre cinayetleri filan. Filmlerin içinden oryantalizmi çıkarınca hayata ve insana dair pek başka bir şey kalmıyor. Sömürgeleşmemiş ekran benim için önemli. Mesela Abbas Kiyarüstemi de bunu gördüm. Adam İranlı. Filmleri İran’da geçiyor. Ama İran’la uzaktan yakından ilişkisi olmayan biri de filmden etkilenebiliyor. Filmleri İran’daki durumdan öte, insan doğasına dair çok şey anlatıyor. Ben de kendime Kiyarüstemi’yi örnek alıyorum.

Peki sen belgeseline kaynak bulurken, filminin içeriğini oluştururken bu tür yaklaşımlara maruz kaldın mı?

Belçika’daki yapımcım film için gerekli kaynakları buldu. Ben sadece senarist ve yönetmen olarak filmimle ilgilendim. Ben finansmana karışmadım. Onlar da içeriğe karışmadı. Tabi montaj bitmek üzereyken fikirlerini dinledim ancak son karar benimdi.

Genelleştirdiğimin farkındayım ancak , genel olarak söyle bir şey fark ettim: Bati Avrupa’nın, eleştirel ve kendini onlarla aynı seviyede gören yabancı uyruklu insanlara karşı alerjisi var. En sevdikleri yabancı minnettar ve boynunu bükük, kendini acındıran yabancı. Ve bunlar Türkiye’den veya daha doğudan veya güneyden yeni gelen ve belgesel yönetmenliği yapmak isteyen insanlarla sakıncalı bir iş birliğine giriyorlar. Bu iş birliğinin belgesel dünyasındaki kolonyal yaklaşım biçimini daha da vahimleştiriyor. İyi ve hayırlı bir iş yaptıklarını zannediyorlar. Aslında 100 senelik kolonyal yaklaşımlarını belgesellerinde devam ettiriyorlar. Sadece birbirlerinin egolarını tatmin ediyorlar. Bu durumu all-in’i yaparken yakından yaşadım. Her şey dahil otelinde çalışanların zavallı, acınacak, zayıf, mağlup olmamasına özen gösterdim. Bazı ortak yapımcılar, belgeseli satın alan devlet kanalları yetkilileri, festival programcıları filmimi izledikten sonra kendi kolonyal ön yargılarıyla yüzleştiklerini belirtti. Beklemedikleri şekilde otel personeliyle empati  kurduklarını ve aynı zamanda turistler gibi olabildiklerini hissederek kendilerini faka basılmış, yakalanmış hissettiklerini belirttiler.

Yani derdini anlatmış , amacına ulaşmış oldun.

Evet öyle. Hatta, bir Danimarkalı gazeteci “Türkiye’de  her şey dahil bir otelde Hakan gibi birinin aqua parkta çalıştığını bilmek bu dünyayı güzelleştiriyor” diye yazdı.

İki belgeselinde de Türklerin hikayesi var.  Mesela konusu Belçika’da geçen , sadece Belçikalıların olduğu bir belgesel çekmeyi düşünüyor musun? Böyle bir film yapmak istesen destek bulabilir misin bu filmde olduğu gibi?

Olabilir. Kendimi kasmıyorum bu konuda. Ben kendimi biliyorum. Türkiye’de de çeksem, Belçika’da da çeksem insan doğasıyla ilgili evrensel filmler çekebileceğimi biliyorum. Lokasyon sadece bir dekor. Mesele insan doğası. İlla Belçika’da film çekeyim veya illaki Türkiye’de çekeyim diye bir düşüncem yok. Ama tabii ki Belçika’da geçen ve sadece Belçikalıların olduğu bir belgesel çekmek istesem Avrupa’daki film fonları bu fikre ne kadar sıcak bakar bilemiyorum. All-in ile kendimi ispatladığımı düşünüyorum ama saf değilim. Tabii ki daha zor olabilir. 40 yaşıma bastım. Ve bu kadar ön yargıları hissettim… Enerjimi bu ön yargılara karşı gelmek, onların gözüne girmek, onlara yanıldıklarını göstermek, kazanması çok zor bir savaş ve sonucun olumsuz olması büyük ihtimal. O yüzden enerjimi Belçikalıların gözüne girip, ille de Belçika’da Belçikalıların filmini çekme hırsına harcamak istemiyorum. Bu zaten kişisel egomla ilgili bir olay olur. Buna enerji harcayacağıma ben bildiğimi yapıp, ülkeleri sırf dekor olarak kullanarak dünyada kabul görecek filmler yapmayı daha mantıklı buluyorum.

Semra Güzel Korver
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-TV-Sinema mezunu. Aynı alanda, aynı üniversitede Doktora’ya devam ediyor. Profesyonel yaşamı 1992-99 yıları arasında VTR Araştırma Yapım-Yönetim Şirketinde geçer. 1999’dan günümüze TRT İstanbul Televizyonunda prodüktör ve belgesel yönetmeni olarak çalışmaktadır. 1992’den bu yana başta belgesel yapımlar olmak üzere pek çok haber, kültür, reklam ve tanıtım projesine Araştırmacı, Prodüktör, Yönetmen, Editör ve Danışman olarak imza atar. Dönüşüm, Fan-Atik, Şehir İnsanları, Alamnya Alamanya, Multikulti Haberler belgesellerinden bazılarıdır. PRİX Europa, Al Jazeera, Altın Portakal, Malatya, Oscar Türkiye Seçici Jürisi gibi bir birçok ulusal ve uluslararası film festivalinde jüri üyesi olur, ödüller alır. İ.Ü. Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu, Radyo-TV Yayıncılığı Bölümünde ders verir (2001-02). Avrupa Konseyinin “ayrımcılığa karşı sesini yükselt” kampanyasında uzman olarak yer alır (2010). Avrupa Konseyi, TRT ve Bahçeşehir Üniversitesi tarafından düzenlenen Avrupa Medya Buluşmasının koordinatörlüğünü yapar (2010). Güneydoğu Avrupa Yayın Birliği (SEE PMS), Ortak Yapımlar Grubunda editör olarak bulunur (2011-2013) Avrupa Yayın Birliği(EBU) Kültürlerarası ve Çeşitlilik Grubunda bir sezon başkanlık yapan Korver (2011-13) 8 yıl oyunca bu grupta prodüktör, yönetmen ve editör olarak çalışır. Bazı kitap ve dergilerde makaleleri, denemeleri ve röportajları yayınlanır. Bir sezon başkanlığını da yaptığı Belgesel Sinemacılar Birliğinin kurucu ve aktif üyelerindendir. Festivallerde ve üniversitelerde Belgesel Sinema Atölyeleri yapmaktadır. Gazeteciler Cemiyeti üyesidir. Neyyse (www.neyyse.com) adlı bloğunda ve Cinedergi'de belgeselci adlı köşesinde (www.cinedergi.com) yazmaktadır.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.