57. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Ahmet Mümtaz Taylan’ın “En İyi Erkek Oyuncu” ödülü kazandığı Gelincik filmiyle ilgili olarak yönetmeni Orçun Benli ile konuştuk… Benli Bu Son Olsun filmiyle başladığı kariyerinde araya başka filmler de sıkıştırarak en son Gelincik filmini çekti. Bu da bağımsız kafayla çekilen, daha özgür manevralar yapılan bir film olmuş. Filmin atmosferi ve hikayesi bir hayli başarılı. Filmdeki detayları bir de Benli’den dinleyelim istedim.
Banu Bozdemir
Merhaba Orçun… Biz seni Bu Son olsun filmi ile tanıdık, sonra arada daha gişeye yönelik, komediye uzanan işler yaptın ve Gelincik’le tarzını bambaşka noktaya çektin… Bize bu süreçte nasıl bir sinemasal süreç yaşadığını anlatabilir misin?
Bu Son Olsun tamamen bize ait bir projeydi. Yapımcısı kendimiz olduğumuz için tamamen özgürdük ve filmi maddi şartlar elverdiği ölçüde istediğimiz gibi çektik. Sonrasında başka yapımcılarla çalıştığımız işler oldu. Bunların içinde sipariş olarak yazdıklarımız var. Arada Barış Erçetin’in yönetmenliğini benim yapımcılığı yaptığım Kanunsuzlar filmi var. Gelincik ise bakanlıktan ya da herhangi fondan destek almadan çalıştığımız filmlerden biriktirdiğimiz parayla çekilen tamamen bağımsız bir iş. Kanunsuzlar filmini de benzer bir yöntemle yapmıştık. Aslında bu son kısım sorunun tek başına sorunun cevabı oluyor.
Gelincik bir hesaplaşma filmi, ölmemek için öldürdüğünü savunan bir adamın dünyasını anlatıyor ve siyasi bir tabanı da var filmin. Gerçekten de polis olup da geçmişiyle bu denli hesaplaşan biri var mı, olabilir mi?
Aslında ölmemek için öldürmeyi savunmuyor karakter. Sadece kendisini buna inandırmayı seçiyor. Bir nevi savunma mekanizması. Kimse kötü bir şey yaptığını bilerek uykuya dalamaz. İşte bir insan bir gün gelip buna inanamaz hale geldiğinde sorgulamaya başlar. Böyle biri olabilir mi? Jean Valjean gibi biri olabilir mi? Ivan Karamazov? Veyahut tüm hayatını Maria Puder ile geçirdiği altı aya adayan Mehmet Raif gibi biri? Hiçbiri olamayacağı gibi hepsi de olabilir.
Ülkenin siyasi atmosferi kurumuyor, çok hareketli. Senin 90’ları çekmenin özel bir sebebi var mı?
90’lar çok önemli bir dönem olmasına rağmen gerek edebiyat gerekse sinema tarafından yok sayılan bir dönem. Seksen darbesinden sonra tekrar toplumsal haraketliliğin başladığı, devrimcilerin yükselişe geçtiği bir dönem. Aynı zamanda yargısız infazların, işkencelerin, gözaltında kayıpların yaşandığı dönem. O yüzden 90’lar sert bir mecra. Anlatması biraz cesaret istiyor. Çünkü bugünkü siyasi atmosferin temeli doksanlarda atıldı. Doksanları anlatmak bugünü doğuran şeylerin neler olduğunu anlatmak anlamına geliyor. Biz de elimizi korkak alıştırmadan, en ufak bir oto sansüre başvurmadan senaryomuzu yazdık. Doksanlarda anlatılacak daha çok hikaye var. Gelecekte tekrar doksanlarla ilgili filmler yapmak istiyorum.
Film biraz da anımsatma üzerine, yani derinlere atıp unutmak istediklerimizi. Karadayı’nın misyonu biraz da böyle avlanarak, Ayhan’a geçmişi, geriye attıklarını hatırlatmaya çalışıyor. Toplumsal hafızaya bir gönderme mi bu tavır aynı zamanda?
Bu toplumsal hafıza kelimesini sevmiyorum. Türkiye’de toplumun hafızasında bir sorun yok. Türkiye’de aydının hafızasında problem var. Daha doğrusu aydının problemi kafatasının içinde değil, göğüs kafesinin içinde. Bu bir üst yapı alt yapı ilişkisi.
Ayhan’ın durumu bununla ilgili değil. Ayhan’ın durumu özgür iradeyle ilgili. Bu tamamen felsefi bir sorun. Ayhan bir insanın özgür iradeye gerçekten sahip olduğu “an”lar da geziniyor.
Film biraz da başa gelmeden bilinmez haliyle ilerliyor, canı yanan Ayhan’ın intikam hikayesini anlatırken sizin duygunuz, öne çıkarmak istediğiniz şey neydi?
Başta Ayhan’ı yazmak zordu. Ayhan’ı tanıyorduk. Farklı isimlerde ve yüzlerde hem ben hem de Şükrü karşılaşmıştık onunla. O yüzden onu yazmak çok zordu. Sonra onun bunu nasıl yaptığını anlamaya çalıştık. Demin de dediğim gibi bir inanca ihtiyacı vardı. O yüzden “biz onları öldürmesek onlar bizi öldürecekti” gibi saçma bir inanca saplanıyor. Tıpkı dışarıda öğrencileri dövmezsek vatanı bölecek diye düşünen polis gibi. İlk defa bu kadar nefret ettiğim bir karakteri ve trajedisini anlattım. Benim için iyi bir deneyim oldu.
Genelde filmlerinin senaryolarını kendin yazıyorsun, Şükrü Üçpınar da sana eşlik ediyor. Dalgalı, farklı farklı filmler ortaya çıktı. Sinemaya nasıl bakıyorsun, sinema senin için ne ifade ediyor?
Sinema benim için bir konuşma şekli. Her zaman siyaset konuşmadığın gibi her zaman da mavra yapmazsın. Film izlerken de farklı deneyimler yaşamayı seviyorum. Politik sinemayı seviyorum. Ama American Pie gibi komedileri de izlemeyi seviyorum. Tıpkı korku, gerilim, suç, aksiyon, bilim kurgu ve adını söylemeye üşendiğim diğer tür ve ara tür filmlerini izlemeyi sevdiğim gibi. Sadece iyi filmleri değil kötü filmleri izlemeyi de severim. Mesela “uzaydan gelen katil palyaçolar” filmini sana da tavsiye ederim.
Filmin atmosferi ve dokusu çok karanlık, insanlardan uzak, tek başınalık var. Bunun hikayeye katkısı nedir?
Tıpkı insanın zihninin içi gibi.
Filmde kadının ön planda olmaması çok şaşırtıcı değil. Diğer filmlerde de genelde erkek dünyasının hallerini anlatıyorsun, erkek dünyasının bu kadar etrafında dönmenin bir sebebi var mı?
Film kadınların hikayesi aynı zamanda. Bir filmi kadın filmi olması kadınların kaç dakika yer aldığı veya ne kadar diyaloğu olduğu belirlemez. İnsanlar bu tür yanılgılara çok düşüyor. Filmde iki kadın var. Ve ana kahramanın değişimini belirleyen her şey kadınların kararlarından geçiyor. Biri bu erkek dünyasından kaçarak direniyor, diğeri ise onu alt etmek için savaşarak.
Pandeminin filmini çeksen nasıl bir şey çekerdin?
Pandemi filmi çekmezdim muhtemelen. Ancak bir işçi sınıfı filmi çekebilirdim. Pandemi olsun olmasın ölüme mahkum edilen bir sınıfın pandemide geçen hikayesi olabilir belki.
Bundan sonraki projeler, planlar?
Çok fazla proje var. Önce hangisini yaparız bilmiyorum. Biraz ne olacağını şartlar belirleyecek.