Ardahan’ın on dört yaşına kadar ağırladığı ilk koşu, kokusu birbirine karışan köylük ganimetlerin satıldığı geçimliğe, artakalan küsuratların yuvarladığı sinema biletlerine, çivisi çıkamayan çocukluğa çalar düdüğü. Sinemanın genzi yakmaya başladığı sabırsızlık yaşında, para üstlerinin kışkırttığı ilk zanlı, Yılmaz Güney’in Kargacı Halil’i olacak, varı yoğu başucunda biriktirmeye başlatacaktır. Gazeteci olma istemiyle, anne direncini kırarak 1974’de İstanbul’a; halasının yanına yetişir. Küçüktür anne gözünde; kar ışığından çamurlu Kuştepe gürültüsüne gitmek zahmetli bir iştir. İki yakanın, onca dalından birine tutturabilir mi kendini? Dört -beş yaş büyüğü amcasıyla, şubat uğultusuna aldırmadan hem de. Bavulu değil de, ıslanan sazını dert edindiği yol ve sora sora bulunan kapı numaralarıyla devraldığı ne varsa kavuşturarak. Cağaloğlu’nda serigrafçılık ve dışarıdan bitireceği lise müfredatı olarak ikiye böldüğü günlerin Halk müziği ataklarını ise Ruhi Su’nun dostlar korosunda dindirecektir. Kalıcı bu istenci çoğaltmaya ilk yöneliminde, İstanbul Belediye Konservatuarı’na başvurur yönetmen. Okulda ilgili bölümün olmaması, kulağına başka şeyler dinleterek yeni bir desteye verir elini; Türk Sanat Müziği’ne. 80 darbesine gelip on dokuz yaşına açıklayamadığı bir yıllık hapis sürecine değin ziyaretçi defteri pek de fena değildir. Peşrev’in üstünden ustaca atlayıp iç göstermeyen hayallere ayak uyduran girizgah, arşivdeki bu karanlığı belki de yalnızca kendine ayırır…Bir kenara; yırtıp yırtıp yapıştırarak. Uyuşuk saatleri bol, gözleri yumulu bir gençlik değildir ya, baş koyduğu. Sticker ve reklam baskılarını yaptığı Günaydın Gazetesi’ne ‘Yöresel Şiir Akımı’ üzerine yazdığı ve elden yolladığı bir yazı sonrasında Ataol Behramoğlu, Aziz Nesin gibi pek çok ustanın dikkatini çekerek gazetede muhabir olmaya çağrılır. Uluslararası Ekonomi eğitimini de eklediği on yıl sürecek bu sayfa, politik yazıları ve ekonomi incelemeleriyle başlayıp aynı grubun ilk özel televizyon girişimi olan Video Gazete projesiyle ipi başka bir yere gerecektir. 1986’da Almanya başta olmak üzere Avrupa’daki Türk işçilerin özlemine körük bir programa başlar Çelik… Devamında yayın yönetmenliğini de üstleneceği Türkiye’den Selam adıyla paket bir televizyon yayına. Sırt sırta verdiği fotoğrafçılığın azap kaynaklarına eklemlendiği yerde belgesel çekmek için de gerekli gücü kendinde bulur. Göçerler (1986), Likya’nın Hikâyesi (1989), İşçiler Şirket Kurunca (1989), Burası da İstanbul Esenyurt (1990), Antep’in Bir Günü (1991) gibi işlerin yanı sıra ilk Nazım Hikmet belgeseli onun elinden çıkar.

Sinop Cezaevi ve Istranca dağlarında çektiği  altı bölümden oluşan Nazım Hikmet Ziyaretçin Var (1992) adlı belgesel, on yedi dakikaya sığdırılan sesli boy aynası gibidir; yüzümüzün sonradan daha da kızaracağı, ölçümüzü açığa veren bir ayna. Bu kısalara, altı yüz kadar reklam ve çok sayıda siyasal kampanya filmi eklerken hiç ayrılmadığı makinesinden görünenleri de on iki ayrı ülkede gezdirir. Turgut Özal’ın sarı kominist dediği ve tüm fikir ayrılıklarına karşın desteğini hep hissettiği Çelik, sergilerin özetlediği, belgeselin uzun vakitler vadedemediği yerde olup biteni büyütmeye karar verir; büyütüp kavga çıkarmaya, soluğunu yutmadan, lafı kesilmeden söyleyeceklerini uzatmaya hazırdır. 1996 yılında çektiği ilk uzun metrajı Işıklar Sönmesin’de, Yüzbaşı Murat (Tarık Tarcan) ve Gerilla Seydo (Berhan Şimşek)’nun Hakkari’nin karlı dağlarındaki karşılaşması üzerinden yüzleşme/yüzleştirmeyi odağına alır. Kürt sözcüğünün sarfında dahi temkin beklenen dönemin cesur işlerinden biri olduğu, bu minvaldeki diğer işlerin önünü açtığı rahatlıkla söylenebilir. Senaryo metninde fazla yahut noksan bulunan, teknik açıdan köşeye yatırılmaya çalışılan çatlakları şöyle dursun, kimlik kontrolü ve provokasyon durumuna tedbir amaçlı ekipler eşliğinde seyrine alınan, sadece dört kopyayla vizyona girmesine karşın boş seansı bulunmayan yapımın takdiri, uzunca bir zaman sonra elverdiği konu için dahi başlı başına yeterlidir. 10. Adana Altın Koza Film Festivali’nden yönetmenine Bilge Olgaç Özel Ödülü getirirken 8. Ankara Film Festivali En İyi Özgün Müzik Ödülü (Mazlum Çimen), 33. Antalya Altın Portakal Film Festivali Yılmaz Zafer Genç Yetenekler Onur Ödülü (Selmin Karaali) ve 1995 Magazin Gazetecileri Derneği’nden gelen En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu (Berhan Şimşek) ödülleriyle ağrısı biraz hafifler. İkinci film Hoşçakal Yarın’la 12 Mart dönemini perdeye taşımak için 68’li yılları odağına alır…ABD ve pek çok Avrupa ülkesinde başlayan öğrenci gençliğin direnişi, işçilerle birleşerek başlattıkları eşitlik-hak ve özgürlük mücadelesinin ülkemizde de hız kazanmakta gecikmediği yılları. Başarıyla sonlanmasa da tüm çatışma ve pazarlıkların, baş koyulan bu özverili sürecin tasası herkesçe duyulmalıdır yönetmene göre. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın uğurdaki yakalanma, yargılanma ve infaz süreci üzerinden, avukatları Halit Çelenk’in İdam Gecesi Anıları kitabına bağlı kalarak yazar Hoşça kal Yarın’ı. Öyle ki 1146 sayfalık bir senaryonun kısaltılması, hangi kısımların odağa taşınacağı gibi kritik noktaların yanı sıra, konusal, sinemasal ve dönemsel açıdan tüm riski üstlenerek. Karşıt görüşlerin olumsuz söylemleri şöyle dursun, eksikliklerinde toplanan dönemin tanıklarınca yazılı ve görsel basında uzun süren tartışmaları da beraberinde getirecektir film. Çıkış koşullarını/toplumsal etmenleri yansıtmaması, işçi, köylü ve üniversite gençliğinin filmde yer almaması, sosyalizm vurgu ve perspektifinden arındırılmış bulunması, Gezmiş’in giderken dahi Marksist-Leninist olduğunu ünlüyor olmasına değinilmemesi gibi satırlar aranmış, bulunamamıştır. Çelik ise, tartışmalara açıklık getirmekte geç kalmaz. 12 Mart dönemine ilişkin bir film yapmak üzerine yola çıktığını, anti-emperyalist mücadelenin asıl odağı olduğunu, bunu Gezmiş ve arkadaşları üzerinden anlatarak kazımak istediğini; ancak filmin tek başına bir Deniz Gezmiş hikayesi olarak nitelenmemesi gerektiğini vurgular. Göğüslenen tek alan bu kadarla sınırlı değildir elbette. Dönemin kültür bakanı Fikri Sağlar’dan yapıma sağlanacak maddi desteğin hükümet değişikliği nedeniyle geri ödemeli kredi olarak biçim değiştirmesi, Eurimage’dan gördüğü 300.000 usd desteğin böyle bir proje için yetersiz kalışı gibi sebeplerle, çekimleri yapılamayan bazı olay ve gösterilerin yerine gerçek görüntülerden alıntılar kullanılır. Bayburt’ta çekilmesi planlanıp tehditler nedeniyle Uludağ’da tamamlanan ve hatta zorlukla sonuçlandırılan üniversite çekimleri de seyrine giderken dikkate alınmalıdır. Tuncel Kurtiz, Bülent Çolak, Berhan Şimşek, Mazlum Çimen baş oyunculuğunda, Uğur İçbak görüntü yönetimindeki yapım, filmin müziklerini de yapan Mazlum Çimen’e 9.Ankara Film Festivali’nden En İyi Özgün Müzik ödülünü kazandırarak yönetmenin filmografisindeki yerini alır. 2000 yılında Güllü’nün Yolculuğu isimli kısasını çekip sinemaya başlangıcı kabul ettiği İnat Hikayeleri(2003) için Tuncel Kurtiz’i iknaya hazırdır. İki yıl sonra gelen rıza ile -32 derecede 3000 metreye tırmanıp Çıldır gölü ve Ardahan’ın köylerinde, iki kişilik profesyonel ekibi dışında yöre halkı gibi dev bir kadroyu arkasına alarak koyulur işe. Bölge insanının özveriyle verdiği el, gücüne güç katarak bu kez tür olarak bir ilkin üstesinden gelir yönetmen. Kendi sesinin ilk çıktığı yere inmek için mevcut tohumları yeterli bularak, başarılı olur muydu/olmuş muydu kaygısından uzak ama kendine ait olana doğru; içeridekileri buyur ederek doğrulur. Ana metin haricinde bağlı kalınan bir senaryo olmaksızın; doğaçlama tekniğiyle, gerçekliği tüm biçimsel unsurların önünde tutarak anlatmak istediğine yoğunlaşır.

Hiçbir zaman ana sorunu olmamış kalıplaşmış sinema estetiğiyle de ‘inatlaşarak’ belki…Deneysel nitelenebilecek bir dizgede; sekizden fazla sansürü reddederek. At kızağı sahibi Daşo’nun kırmızı minübüsle girdiği hız mücadelesinden, Lades, Beş Kırık Çöp ve kaybetmeyen Cambaz Şaho’ya uzanan birbirine bağlı dört inat hikayesi izleriz filmde… Aşık atışmaları, Arif Sağ’dan duyulan Reis Çelik’in sazından çıkanlar, bir çay ocağından ya da donmuş Çıldır üzerinden perdeye yansır. 6. Strasbourg Belgesel Film Haftası’ndan Avrupa Sineması Destek Fonu (Alsace- Europe)  ödülüyle ayrılan yapım, inadına ayakta kalan insanlarla anlamını bulur. 2007’de Güneydoğu’da yaşayan Şivan (Haluk Piyes)’ın kendi köyünde başına gelenlerden ötürü Almanya’daki sığınma kamplarına gidişini anlatan Mülteci’yi çeker. Finlandiya’da karşılaştığı Güneydoğu’lu mülteci bir gencin hikayesinden etkilenen Çelik, yine gerçeklikten esinlenen filmin senaryosuna altı yıl çalışarak Almanya’daki bir mülteci kampına uyarlar. Çekimlerine Alman mülteci kamplarında başlanmasına karşın, filmin konusunun anlaşılması üzerine bürokratik engellere takılarak ufak bir kovulma yaşayan ekip, çareyi Kırklareli’nde bir göçmen kampı kurmakta bularak burada tamamlar. Belgeseli andıran planlar yine göze çarparken baş oyuncusu Haluk Piyes’in filmin sağduyusunu birebir yansıtan oyunculuğu yazık ki sesli karşılanmamıştır. Birkaç yıl sonra, doğaçlama çektiği İnat Hikayeleri(2003)’ nin yapım sürecini filmleştirmek ister yönetmen. Tuncel Kurtiz ve kendisinden oluşan belgesel türündeki iki kişilik ekip yine bir ilkin peşinde, zorlukların gamındadır özetle…Çıldır’ın üzerinde yapılan davullu zurnalı galanın bizdeki karşılığı ise, bir kopyayla vizyona girmek biçiminde olur. Yönetmenin baş yapıtı olarak gördüğüm tamamına yakını tek mekan çekimli Lal Gece(2012), iki aile arasında süregelen kan davasını sonlandırmak için on dört yaşındaki bir kız çocuğunun(Dilan Aksüt), kendisinden elli yaş büyük, babası kadar kocaman(!) bir adamla (İlyas Salman) evlendirilmesini konu edinir. Çocuk gelin teması, Atıf Yılmaz’ın 1990’da çektiği Berdel (ki burada çocuk yaşta gelin edilen kız evlat, senaryonun ana hattında değildir) filminden sonra ilk kez perdedir. Çelik, yine bir ilki, yine ikili bir perspektiften vermek üzere tek bir kurban olmadığı olgusu üzerine yoğunlaşacak, yaşanan trajediyi, eril-dişil hesaplaşması ötesine; sistemin sakatlığına zoomlayacaktır. Hikaye bu ya, amcasının ‘annen namusumuza leke sürüyor’ diktesiyle annesini öldürüp yaşlı bir adam olarak tahliye olduktan sonra yine aile meclisinden çıkana mecbur kılınan damat ve otururken ayakları yere değmeyen gelinin zifaf gecesi, her zaman beklendiği gibi gitmez. Arkada bekleyen meraklı ekip için kayıp var mıdır, varsa neyle doldurulur bilinmez ama yasalarla beslenen bir deliğe kadrajı böylesine sokmanın, üçüncü sayfaya konuk edip geçmekten fazlası olduğu kesindir.

Teknik altyapısının, diğer filmlerinden daha ince örüldüğü, metafor kullanımına en çok başvurduğu filmi olduğu da eklenmelidir. Şahmeran efsanesini damadın ağzından dinlemek isteyen gelin(cik) için masalın kahramanı, bolluk-bereket ve üremeyi temsilen evlenecek yaşta kızların çeyizine işlenen bir figür değil, yalnızca korku duyduğu pullu mu pullu bir yılandır misal. Yanı sıra, kırmızı kurdelelerle süslenmiş atlar, gelinin kırmızı rujla büyüttüğü ağzı, ojeyle renklendirdiği parmakları , gayret kuşağı, kırmızı tülden duvağı, gül ve çeyiz bohçası gibi namusu temizleyen kan renginden çıkışla kırmızıya atfedilen ahlak ve namus yükünü sadece kadına ayıran anlayışı ustaca yerleştirir filme. Çıldır’ın Aşık Şenlik beldesinde çekilen Lal Gece’de, zaman-mekan vurgusu, açılışındaki düğün sahnesi dışında herhangi bir müzik kullanımı gözlenmezken görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki’nin hakkı teslim edilmelidir. Kamerayı sabitlediği planlarda dışarıya, uzun tuttuğu yakın planlarda içeriye alıp duvağın içinden bakanı biz yaparak odaya dahil eder. 19. Altın Koza Film Festivali en iyi erkek oyuncu(İlyas Salman) ve izleyici jüri ödülü, 45. Sinema Yazarları Derneği Ödülleri umut veren oyuncu ödülü (Dilan Aksüt), 62. Berlin Uluslararası Film Festivali “Generation 14plus” bölümü Kristal Ayı ödülü, Brüksel Uluslararası Bağımsız Film Festivali En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödülü, Fransa Ulusal Müzeler Birliği “Coup de Coeur du Musee” ödülü, 25. Panorama Avrupa Filmleri Festivali Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği (FIPRESCI) ve seyirci ödülü, Arjantin Mar del Plata Film Festivali En İyi Yönetmen ödülü, Asya Pasifik Film Ödülleri En İyi Senaryo ödülü, Kopenhag Buster Film Festivali özel mansiyon gibi yılı çok sayıda ödülle kapatan filmden, el bırakmayan bir fotoğraf kalır… Gelenek olarak yerdeki çay tabağını kırması beklenen kız çocuğunun, yere değmeyen ayakları. Tam bir yıl sonra, İlksen Başarır, Barış Pirhasan, Ezel Akay, Sırrı Süreyya Önder, Hüseyin Karabey, Aydın Bulut, Vedat Özdemir, Mehmet İlker Altınay ve Grup Yorum’un yer aldığı ortak bir projede; her yönetmenin 10 dakikalık kısasıyla var edeceği F Tipi Film’ de yer alır. 2000’lerin sonunda yirmi hapishanede gerçekleştirilen hayata döndürme operasyonlarını, kendi kalemleri ve Civan Canova, Erkan Can, Fırat Tanış, Serkan Keskin, Tansu Biçer, Gizem Soysaldı, Bülent Emrah Parlak gibi oyuncularla güçlendirdikleri filmde C-4 bölümünü çeken yönetmen, bir sonraki filmi için çalışmalara başlar. Savaş muhabirliği döneminde küçük bir öykü olarak not aldığı, Amerika’nın Bağdat’ı işgalini konu edinen Orkestra’da Batı’nın Doğu’yu niye anlamak istemediğini Kerbela Çölü üzerinden anlatmak ister. Film, Berlin senfoni orkestrasının,  Bağdat bombalandığı sırada uçaktan mecburi iniş yaparak Kerbala üzerinden kaçırılma hikayesini temel alan yüksek bütçeli bir projedir. Ciwan Perver’in de tır şoförünü oynayacağı yapım, Erbil’de hazırlıklar yapıldığı ve Asya Pasifik Ödülleri Proje Geliştirme Bölümü’nden hak kazandığı 25,000 USD lik fona karşın bölgedeki terör saldırıları nedeniyle yarım kalmıştır. Üretken kabuğun kendini yenilemesi iç kuralıyla, Ardahan’daki Türkçe öğretmeni yazar Dursun Akçam’a verdiği sözü hatırlamakta geç kalmaz yönetmen… Onun öykülerinden biri olan Ölü Ekmeği’nin çalışmalarını sekiz yıllık bir arayla başlatır. Çekimleri Gürcistan ve Ardahan’da tamamlanan 60’lı yıllarda geçen film, köyün söz ustası Âşık Ziyeddin’le, yanından çırak olarak yetiştirmek istediği Mustafa’nın kader, yokluk ve din sıkışması üçlemindeki hikayesi üzerine kuruludur. Aşkı kaybeden toplumu temel aldığı bu anlatı da, Çıldır ve kadrajındaki kış manzarasından yine vazgeçmediği; çileli bir süreç olarak nitelediği, dertlerden kaçamayan bir Reis Çelik klasiğidir. 32. Tokyo Film Festivali’nde ana yarışmaya seçilen ve Bulgaristan’da 28.’si düzenlenen Love Is Folly Film Festivali’nde Eleştirmenler Ödülü alan Ölü Ekmeği (Aşıq), kapanın ucuna sıkışan aşkı 102 dakikaya başarıyla sığdırır. Özetle, kalıplaşmış ve kaidelerden uzak bir sinema anlayışıyla, hafızada taze kalmasını istediği gerçek anlatıların peşindedir yönetmen. Kendimize ait olanı yakınına, düşünce ve inanç özgürlüğünün önünde duran her şeyi uzağına alan tavizsiz bir sanat anlayışını benimseyerek, belgesel sinemadaki duyumu beyazperdeye taşır. Senaryoya bağlı kalmaksızın; doğu açmazından, iyi kıvrılmamış batılı paçalarımıza değin, sorgulama ve yüzleşmeyi temeline alan konuları, doğaçlamaya açık ve kitabi anlatımı reddeden biçimde kaleme alır. Oyuncuyu özgür bırakmak, hikayenin gerektirdiği rakıma çıkmak, hakikati makaslamadan anlatma yolunda birincil adım gibidir. Zeki Demirkubuz ve pek çok yönetmen gibi Reis Çelik’in erkek egemen kalabalığında da ‘erkek aczinde daha vahim, ilginç ve düşkün’ bir yan bulması yatar. Anlatılarını karla kaplı beyaza ve büyüdüğü topraklara, zahmeti görmezden gelen bir özveriyle kavuştururken Mazlum Çimen’in besteleri de, davullu-zurnalı düğün ahalisi de özgürce yerini bulur.

Vefa ise, mesele ettiği tüm bu muhabbetin orjini hissini verir bende. Unutturmamayı dert edindiği günlerden birinde, İstiklal Caddesi’nde, yetmiş beş koltuktan oluşan gazozundan makarasına tekmil, şu küçük Yeşilçam Sineması’nı aynı Reis Çelik açmamış mıdır? İşte kendi sineması dahil buradaki mesaiyi arttırarak başlayacak olan kültürel bir devrimdir tam da bahsettiği, içten içe suç işleyen görsel ve işitsel iletişim araçlarının bu tohumları atmaktan vazgeçmesiyle; sanatla, edebiyatla başlayacak bir devrim…Beklemekten körkütük.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.