Karla, bir baba kızın günümüzde giderek kaybolan kukla tiyatrosunda bir oyun sahneye koyma serüvenini anlatıyor. Kukla karakterlerinin üretimi, hikaye bulma, hikayeleri gerçek yaşamdan kişilerle özdeşleştirme ve bir anlamda mutluluğu sorgulama ve arayışlar üzerine bir film. Filmin yönetmeni Prof. Dr. Ceyhan Kandemir. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon Anabilim Dalı Başkanı. Yönetmenin böyle bir akademik ünvanı, kitapları, makaleleri olunca genellikle filminde akademik olacağı önyargısı doğabiliyor. Ceyhan Kandemir 1990’lı yılların başından bu yana reklam, tanıtım, klip, haber ve belgesel yapımlara imza atmış bir isim. Akademideki görevinin yanı sıra TV Programcılığı ve sinema ile olan bağını hiç koparmamış. Kendisi benim de Doktoradan hocam olur. Fakültede buluştuk. Sorularıma açık ve net cevaplar verdi. Bizim söyleşimiz saatlerce sürdü konu sinema olunca. İşte sohbetimizden bir kesit.
Şimdi sen sormadan ben hemen söyleyeyim. Bu film bir çocuk filmi değil. Ben kızıma bir film yapma adına, birlikte bir anımız olsun diye bu yola çıkmadım. Kızımla benim öyküm, ilişkim anlatılmıyor bu filmde… Kızımın isminin Karla olması filmi izlemeyen kişilerce sanki ona özel bir film yapılmış algısını oluşturabiliyor; oysa ki film 9 yaşındaki bir kız çocuğunun gözünden anlatılan kurmaca bir dram, Karla da filmin başrol oyuncularından … Sen bunları gerçi biliyorsun ama okurlara ve izleyiciye hatırlatmakta fayda var.
Bir dakika hocam sanırım bu soru çok sorulmuş size. Hiç böyle bir soru yok benim listemde. Dünyanın her yerinde bizim ülkemizde de anlı şanlı pek çok yönetmen kızını, oğlunu, eşini, sevgilisini, annesini, babasını, kuzenini, yeğenini… oynatıyor. Eğer yeteneği varsa neden olmasın bu sorgulanacak, olumsuz bir durum değil ki.
Benim sorum kızınızla ilgili olarak şu: Çocuk oyuncular için set zor bir ortam. Ayrıca çocuk oyuncuyu yönetmek de, oyun vermek de zor. Yönetmen olarak kızınıza oyun vermek, olmadı hadi tekrar çekiyoruz demek, o zorlu koşullarda yorulduğunu görüp, filme devam etmek baba Ceyhan ile yönetmen Ceyhan arasında gidip gelmek …?
Karla drama atölyelerine katılmış, drama dersleri almış 9 yaşında bir çocuk. Dolayısıyla bu işlerin ne kadar ciddiyet ve disiplin gerektirdiğinin bilincindeydi. Karla’nın filmde oynamasına ben tek başıma karar vermedim. Ekip olarak karar verdik. Denemeler yaptık ve tamam dedik. 20 gün boyunca Karla bizimle setteydi. Setler bütün çocuklar için zor ve yorucu. Çocuğunuzun yorulduğunu görmek bir baba için zor. Kucağıma alıp sette bir köşede uyuttuğum anlar da oldu. Öte yandan filmin de bitmesi gerekiyor. Sanırım yönetmen ve baba olarak dengeyi buldum. Kızım hiç şikayetçi olmadı çekimler sırasında.
Bence Karla hiç fena değil. Kendisinden isteneni vermiş. Gerçek hayatında da kukla tiyatrosuna meraklı olduğu anlaşılıyor, rol gereği olmadığı belli. O sahneler gayet doğal.
1950’lere ait bir motosiklete binmiş baba kızın dron görüntüleri ile başlıyor film. İlk sahne bende bir Akdeniz filmi başlıyor duygusu uyandırdı hemen. Bir Akdeniz kasabasında çekilmiş gibi. Ama İstanbul’da çekildiğini biliyorum. Filmde bir belgesel ton da var. Ancak düz giden, inişleri çıkışları olmayan bir yapısı, ritmi var.
Belgeselcisin ya hemen belgesel tonu yakalıyor gözlerin. Kaçmaz senden tabi. Evet öyle bir tad yakalamaya çalıştık. Filmdeki kukla sanatçısı ve babayı oynayan Çağlayan Sevinçer gerçek hayatta da kukla sanatçısı. Çekim yaptığımız mekanlar gerçek mekanlar. Tiyatro onun tiyatrosu. Karla gerçekte de kuklalara ve kukla tiyatrosuna ilgi duyuyor, yani rol gereği ilgiliymiş gibi oynamıyor. Mekanlara gelince evet İstanbul’un hala kırsal, kasaba , hatta modern köy diyebileceğimiz bir bölgesinde çektik. Filmde görülen tarlalar birkaç yıl sonra betona dönüşebilir kolayca. Her şey ama her şey ranta yenik düşüyor. Filmi izleyenlerin bu detayları yakalaması çok hoşumuza gidiyor doğrusu. Genel olarak Ege veya Akdeniz’de çektiğimizi düşünenler az değil. İşte İstanbul. Hala korunacak, kurtarılabilecek çok yeri var. İlla İstanbul’u vurgulamak için Galata kulesi, Kız kulesi, gökdelenler veya köprüleri göstermek gerekmiyor.
Evet filmin düz giden bir yapısı var. Baba-kızın hayatları düz, sakin… Hırçın bir kız çocuğu, sorunlu bir baba ya da başka bir durum yok dümdüz bir gündelik yaşam koşuları var. İnişler, çıkışlar yaratılabilirdi ancak böyle istedim. Bu benim için de bir denemeydi, bilinçli bir tercihti. Evet farkındayım dediğim gibi bilinçli bir tercih.
Bu arada sinemaya ilginiz nasıl başladı?
Sinemaya ve görüntü sanatlarına ilgim ortaokul yıllarına dayanıyor. Ben İstanbul erkek Lisesi’nde parasız yatılı okudum. Orta okulda fotoğraf çekmeye başladım. O yaşlardan itibaren bir şeyleri görüntüleme, görüntüyle anlatma isteğim hiç bitmedi, bitmeyecek de.
Sinema bir arayış değil mi zaten. Siz de bir farklı hikaye ve üslup arayışı içinde, gelenekseli kırmayı amaçlamışınız bu filminizle. Filmin en can alıcı noktası müzikleri bence, gerçekten tam oturmuş.
Müziği tamamlayıcı bir unsur değil vazgeçilmez bir unsur olarak kullandık filmimizde. İranlı ünlü besteci Mahdi Vojdani her gün sete gelerek gözlemlerini ve sanatsal bakış açısını müziğine yansıttı. Filmin soundtrackı Dokun ve Git ’in sözleri, vokali aynı zamanda sanat yönetmenimiz olan Cansu Özdenak’a ait.
Filminizde öğrencileriniz ile çalıştınız…
Çok minimal bir bütçe ile bağımsız bir film yaptık. Mükemmel bir hikaye, mükemmel bir reji iddiamız yoktu. Biz ilgilisine, seyircisine bağımsız bir film yapmak için yola çıktık. Benim için bu yapımın en kıymetli noktalardan biri: Doktora ve lisans öğrencilerim ile gönüllü olarak bu filmi çekmiş olmak. En büyük ödülüm bu. Filmin senaryosu Doktora öğrencim Nafiseh Laleh’e ait, yapım koordinatörü yine Doktora öğrencim Emre Tanç; yapım grubunda ve teknik ekiplerimizde de öğrencilerimiz görev aldı. Filmin yapımcılığını, teknik yapımını Murat Çınar ve Değişim Medya üstlendi. Örneğin çok beğendiğimiz film afişlerimizin tasarımını yine Doktora öğrencilerimizden Mesut Batuhan Çankır yaptı; bir başka Doktora öğrencimiz Oğuz Şentürk filmin festival süreçlerini yürütüyor. DSP kopyaların hazırlanmasında sektörde çalışan Doktora öğrencimiz Hasan Alkan destek verdi; kısaca bu filme öğrencilerimizle verdiğimiz emek çok değerli ve bizler için özel; hepimizin ortak çalışması sonucu içimize sinen nitelikli bir ürün ortaya çıkarıldı.
Hazır söz öğrencilere gelmişken özellikle uygulamalı derslerde üniversitelerde gözlemlediğim kadarı ile set deneyimi, programcılık deneyimi olan akademisyenler çok az. Siz bu anlamda istisnalardan birisiniz hala üreten ve üretme sevdasında olan.
Çok haklısın Semra. Doğru bir gözlem. E sen de akademik ortamlara davet alıp atölyeler yapıyorsun, görüyorsun durumu. Uygulamalı dersleri verecek kişilerde bile doktora yapmış olma şartının aranması bu anlamda bir dezavantaj. Doktora bilimsel lisansüstü, akademik bir çalışmadır. Her Dr. unvanı alan kişinin yönetmen, yapımcı, görüntü yönetmeni, kurgucu vs. olması beklenemez. Her uygulamadan gelenin doktora yapması da gerekmez. Burada bir ikilem doğuyor maalesef. Öğrencilerimiz yeterli uygulama alanı bulamıyor. Yanlış örnek ve yanlış projeler içinde sektörden soğuyup uzaklaşabiliyorlar.
Yeni projeleriniz var mı yine öğrencilerinizle birlikte çekmek istediğiniz?
Üzerinde çalıştığımız belgesel ve kurmaca film projelerimiz var. Yine hevesli, heyecanlı, bu işi gerçekten yapmak isteyen öğrencilerimle çalışmak istiyorum. Maalesef Karla’nın üretim sürecinde fakültedeki akademisyen arkadaşlarımla çalışamadık. Fakültenin ortak bir projesi haline getiremedik. Öğrencilerim ve akademisyen arkadaşlarımla bir araya gelip sektörün ticari kaygılarından uzak bağımsız filmler üretelim istiyorum. Hem fakültemiz hem biz bu deneyimlerle, üretimlerle büyüyelim, gelişelim, yol alalım, paylaşalım istiyorum.
Karla’nın Festival yolculuğundan söz edelim. Ödüller aldınız yurt dışı festivallere seçildiniz. Bekliyor muydunuz?
Ben ödül alayım, festival festival gezeyim, birileri takdir ve takdim etsin diye film yapmadım. Ödül almanın matematiğini de bilmeyen bir insan değilim. Şu var ki; filmin seyircisi ile buluşmasını isterim elbette. Bunun da yolu günümüzde festivallerden geçiyor. Televizyonların durumu malum! Ben de festivallere davet alan, jüri üyeliği ve başkanlığı yapan biri olarak az çok biliyordum bu çemberi fakat insan filmi aracılığı ile festivallerde yer alınca bazı şeyleri farklı açılardan görmeye başlıyor.
Ne gibi hocam?
Açık konuşacağım Semra, lafı dolandırmaya gerek yok. Türkiye’de bazı festivallerin üsten bakan bir tavrı var. Festivaller sözde bağımsız filmleri destekliyorlar ancak uygulamada yok. O bağımsız filmi çeken kişinin kim olduğu, ideolojik-popülist yaklaşımı, hangi mahalleden olduğu, star oyuncularının varlığı veya yokluğu, festival yönetimi ile olan ilişkisi o bağımsız filmin festivalde yer alıp alamayacağını çok büyük ölçüde belirliyor.
Evet bunu sektörde sesli veya sessiz dile getiren pek çok kişi var. Onaylanacak bir durum değil elbette.
Lobi faaliyetleri, paranın konuştuğu yapılar dünyanın pek çok yerinde mevcut; aslında belki de her yerde… Bir film festivale yapılmaz. Ödül almak için yapılmaz. Festivallerde yer almanın, ödül almanın da belli bir matematiğinden söz edilebiliyor bugün artık. Bunun için çalışan ajanslar, insanlar bile var. Oysa önemli olan ürettiğiniz eserin muhatabı ile, seyircisi ile buluşmasıdır. Seyircisinin ona sahip çıkmasıdır. Bulunduğum uluslararası projelerde de farklı ülkelerden meslektaşlarımla bunu konuşuruz. İki yüzlü bir sektör var. Sinemanın, mesleğin, sistemin, etik değerlerin, vicdani sorumluluğun muhasebesi üzerine yeniden düşünmek, çözüm üretmek lazım. Ben öğrencilerime üzülüyorum en çok. Onların heyecanları, idealleri, hevesleri kırılıyor, yetenekleri görmezden geliniyor, sektörde yer bulmaları engelleniyor.
Jüri üyeliği yapmış, festival konuğu olmuş ve festivallere film göndermiş, yarışmalara katılmış bir yönetmen ve akademisyen olarak nasıl değerlendiriyorsunuz bizim durumumuzu yani?
Türkiye’de sinema sektöründe köşeler tutulmuş. Belli vakıflar, dernekler, meslek birlikleri yine toplumumuzun çeşitli katmanlarında sıkça görülen koltuk sevdalıları tuhaf bir şekilde söz sahibi. Bu da sinemanın, kültürün, sanatın gelişmesine engel olan bir yapılanma, bir sistem oluşturuyor. Karma, her kesimi kucaklayan bir yapıymış gibi gözükse de aslında niteliksel sorunların olduğu çok açık. Sektör-akademi işbirliği varmış gibi görünüyor ancak aslında bunlar çıkara dayalı, yapmacık, sabun köpüğü ilişkiler. Sektörün de, akademinin de gelişmesine bir katkı sağlamıyor.
Gör beni göreyim seni durumlarımı yani.
Evet öyle. Bak hala bir ülke sinemasından söz edemiyoruz. Hikayelerimizi uluslararası seyirci ile yeterince buluşturamıyoruz. Yurt dışında adını duyurmuş birkaç ismin dışına çıkamıyoruz, onlar ödül alınca ulusça seviniyoruz ama uluslararası platformlarda Türk Sineması’ndan hakkıyla söz edebiliyor muyuz ? Bu konuda sen bir makale yazsana, neden yazmıyorsun ?
Ben mi yazayım?!
E tabi sen yaz, kim yazsın başka. Sektörel deneyimin, akademik yaklaşımlarınla bunları ortaya koymalısın… Belgeselci olmanın araştırmacı kimliğinin de buna katkısı büyük olacaktır.
Bir kitap için bir makale yazıyorum aslında tam bu konuda değilse de bulgular ve sonuçta sözünü ettiğiniz durum ortaya çıkıyor. Bir ülke sinemasından söz edemiyoruz.
Evet, ayrıca şunu da belirtmek isterim: Teknik ekiplerimiz son derece başarılı. Çok iyi görüntü yönetmenlerimiz, kurgucularımız, ışıkçılarımız var. Yurt dışında ses getiren filmlerde; set işçisinden görüntü yönetmenine ekip içinde görev alan ve sanatını ortaya koymuş kişilerin çok büyük özverisi var. Projelerdeki başarılar bu ekiplerin titiz çalışmaları ve profesyonel yaklaşımları ile daha da nitelikli olarak şekilleniyor. Günümüz üretimlerinde kolektif başarı çoğu zaman kişisel başarıların ötesine geçiyor. Oysa sinema kolektif bir iş.
Bir de festivallerde jüri üyelikleri belli isimler etrafında dönüyor. Kimin festivali yapan kurum ve kişiyle arası iyi ise onlar jüri oluyor. Festivale davet alıyor. Bazen isimleri görünce ne alaka dediğin olmuyor mu hiç? Nasıl gelişir ki sinemamız böyle…