İlk filmi Deniz Seviyesi’nden sonra Bir Nefes Daha filmiyle karşımıza çıkan Nisan Dağ ile konuştuk… Bir Nefes Daha müzikle beraber start alan, ruh halleriyle farklı yollara savrulan ve açımlanan bir hikaye. Festival yolculuğuna başlayan film önümüzdeki günlerde daha fazla karşımıza çıkacak gibi duruyor.
Banu Bozdemir
Merhaba. Bir nefes Daha filminin hikayesi nasıl ortaya çıktı? Sizi etkileyen, karşınıza çıkan bir olayla mı ortaya kondu?
Henüz rap müziğin bugünlerdeki gibi trend olmadığı 2015 yılında, İstanbul’un çetin mahallelerinde çoktan sahiplenilmiş olan Hip-hop kültürünün bizim kültürümüzde yer buluş biçimi beni ilk etapta en çok etkileyen şey olmuştu. MTV için yönettiğim Rebel Music belgesel serisinin Türkiye bölümünün yönetmenliğini yaparken dikkatimi çeken bu kültürü keşfe çıkıp, mahallelerde vakit geçirdiğim süreçte uyuşturucu sorunu ile karşı karşıya kaldım. Kimi gençler müziğe tutunup güç alırken, kimisi de uyuşturucunun karanlık dünyasına gittikçe gömülüyordu. Bir Nefes Daha, kayıp ruhlara ışığı gösterme motivasyonu ile yola çıkmış bir film.
Bu tarz hikayelerle karşılaşıyoruz, varoş kültürünün olmazsa olmazı kuşlar, müzik, hayata tutunma ve hayattan kopma… Bir nefes Daha; daha çok hangi yönüyle seyirciye ulaşmaya çalışıyor?
Sert hayatları, bağımlılık hikayelerini veya 8 Mile gibi müzik hayalleri için savaşanları portreleyen filmler ile birçok ortak noktası var Bir Nefes Daha filminin. Bunun dışında filmdeki aşk hikayesi ekseni üzerinden daha geniş bir günümüz Türkiye gençliği portresi ortaya çıkıyor. Bir tarafta yaşamın zorlukları ve bağımlılığı ile mücadele ederken rapçi olma hayalini kovalayan Fehmi, bir tarafta da şehrin bambaşka bir kesimindeki elektronik müzik çevresinden gelen, sebepsiz bir depresyon ve eylemsizlik içerisinde sıkışmış olan Devin. Fehmi ile tanıştıktan sonra, Devin müzikle kurduğu ilişkiye dair bir keşfe çıkıyor ve yeniden üretmeye başlıyor. Fehmi ise Devin’den aldığı güç ve ilham ile müziğe daha sıkı tutunuyor. İki kayıp ruh, müzik üzerinden bir bağ kuruyor. Ülkemizde polarizasyonun gittikçe arttığı şu günlerde, farklı sosyo-politik çevrelerden gelen iki karakterin birbirine iyi gelebileceğini anlatmanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Bu tarz hikayeler yurt dışında nasıl karşılanıyor, sonuçta bazı kültürlere çok yakın hikayeler ama bazı kültürlere de uzak? Tallinn Black Nights Film Festivali’nden ‘En İyi Yönetmen’ ödülü kazandınız, orada filme ilgi nasıldı mesela?
Bir Nefes Daha, geçen ay Tallinn’deki dünya prömiyeri ile yolcuğuna yeni başladı. Şu ana dek yurt dışından gelen tepkiler güzel. Kültürler farklı olsa da filmin temaları evrensel olduğu için bence seyirci bağ kuracaktır. Tallinn’deki gösterimin ardından, ağladığını ve etkilendiğini söyleyenler çok oldu. Fehmi’yi oynayan Oktay Çubuk bir bara girdiğinde, Eston bir genç boynuna atlamıştı (orada korona pek yok malum), film kişisel nedenlerden onu derinden etkilemiş ve hayatında izlediği en iyi 10 film arasına bizim filmimizi koyacağını söylemişti. Seyirci ile birebir iletişimde olabilmek çok kıymetli bu dönemde. Sektörel olarak da film şu ana dek yurt dışında güçlü bir karşılık buldu. Mesela Amerika’daki Magnolia Pictures gibi prestijli bir şirket, ilk defa Türkiye’den bizim filmimizi aldı, o anlamda güzel bir işaret bu. Screen International, sonbaharda gerçekleşen büyük festivallerden Tallinn, IDFA ve Selanik’te gösterilen filmler arasından uluslarası potansiyeli olan filmleri sıraladığı ve sadece 9 filmin yer aldığı bir liste yayınlamıştı. Bir Nefes Daha bu listenin içinde yer aldı. Bunlar bizi mutlu ediyor, çünkü ben ve yapımcılarım filmin evrensel boyutta yer bulmasını hayal ettik hep.
Filmdeki kültür (yaşam tarzı) biraz da ülkemizde yok edilmeye çalışılan, her şeyin daha sterilize hale sokulmaya çalışıldığı bir düzene ters düşüyor. Burada sinemaya bakış açınız ortaya çıkıyor belki de… Sinema sizin için nedir, nasıl bir ifade biçimi barındırıyor?
Sinema benim için seyirciyi alıp bir yolculuğa çıkarmaktır, o yolculukta kendi günlük hayatlarında karşılaşmadıkları karakterlerle seyirciyi bir araya getirmek, sorgulamadıklarını düşündürmek, tatmadıkları lezzetleri tattırmaktır. Benim sinema anlayışımda bunu dikte etmeden, slogan atmadan ve göze sokmadan yapmak önemlidir. Ben sorularımı bas bas bağırarak sormayı doğru bulmam, aynı gerçek hayatta yaşanan tartışmalarda olduğu gibi, siz hırçınlaştıkça karşı tarafla iletişim zorlaşır.. Belki bir film ile dünyayı değiştiremem ama zihinlerde soru işaretleri bırakmak da kıymetlidir diye düşünürüm. O soru işaretleri zamanı geldiğinden kendiliğinden cevaplarını yakalar kimi zaman. Bir Nefes Daha’da ise, günümüz Türkiye’sinin gençliğine dair unsurları ele alırken, filmdeki rap parçalarının sözlerini de hikaye anlatımında bir araç olarak kullandım. Bir senaryo da rap sözlerinin içinde gizli. Duymak isteyen seyirciye, mahalledeki yaşantının resmini çiziyor, ayrımcılığa, önyargılara, toplumsal ve dini baskıya, Fehmi’nin duygularına dair filmin evrenini derinleştiriyor.
Filmdeki karakterleri nasıl belirlediniz, Fehmi’nin karşısına çıkardığınız Devin’in kendi yaşam alanı içinde değil de Fehmi’nin yaşam alanı içinde olmasının sebebi nedir? Devin’in iyi niyetli misyonu sorgulanası nitelikte?
Fehmi karakteri yaptığım gözlem ve araştırmaların sonunda şekil aldı. Bir uyuşturucu bağımlısının hikayesini anlatırken, seyircinin Fehmi ile empati kurmasını sağlamak önemliydi benim için. Özellikle bonzai ya da tiner gibi maddelere bağımlı insanlar, toplumun diğer kesimleri tarafından yargılanıyor. Fehmi aslında Devin’in çevresindeki insanların yukarıdan bakabileceği, gece sokakta görseler korkabilecekleri gibi bir karakter. Ben öyle insanlar Fehmi gibi karakterleri anlasın, saygı duysun, Fehmi ile birlikte iniş çıkışlarını yaşasın, Fehmi’yi anlasın ve Fehmi’nin toplumdaki tüm bireyler gibi değerli olduğunu idrak etsin istedim. Bu yüzden Fehmi’nin naif ve insani yönlerini öne çıkarmayı seçtim. Fehmi seyircinin kalbini kırmadan önce, seyircinin gönlünde yer edinmesini sağladım. Hikayeyi ve karakteri kurarken buna dikkat ettim. Filmde Fehmi ile yolları kesişen Devin ise, içinde bulunduğu sosyal çevrede kendini mutsuz hisseden bir karakter. Devin aradığı samimiyeti ve sıcaklığı, Fehmi’nin mahallesinde buluyor ve oradaki gençlerin müzik ile kurduğu ilişkiden etkileniyor. Devin o yüzden Fehmi’nin ortamında vakit geçiriyor. Devin ne bir melek ne de şeytan. Bazen bencil ya da sabırsız olabilen, bazen de Fehmi için fedakarlıklar yapan bir karakter. Devin’in naifliği ise, bağımlılık gibi ciddi bir problemi tek başına ve aşkın verdiği güç ile çözebileceğine inanmış olması.
Bir filmi izlerken artık ne zaman çekildi acaba diye sormadan edemiyorum, pandemi öncesi çekilmiş belli ki… ama bu soruyu da sormak istiyorum, pandemiye kalsa yine de çeker miydiniz?
Filmin çekimleri Haziran 2019’da tamamlanmıştı. Eğer pandemiye kalsaydı çekimleri ertelerdik sanırım. Filmde kalabalık konser ve club sahneleri var, bunları pandemi koşullarında çekemezdik.
Deniz Seviyesi’nden sonra farklı bir hikaye ve tek başınıza çektiğiniz bir filmle karşımızdasınız? O süreçte neler değişti? Yönetmenlik de bazı işler gibi öğrenilen bir sanat mı, iş mi?
Yönetmenlik tabi ki öğrenilen ve ucu bucağı olmayan bir iş. Kimisi doğuştan daha yatkın ve yetenekli olabilir ama her zaman yönetmenliğe dair keşfedilecek bir şeyler var. Öyle yönetmenler tanıdım, ‘ben bu işi çözdüm’ diye geçinen, onlar için üzülüyorum çünkü bu bakış açısında olanlar kendilerini geliştiremezler ve kendilerini tekrar etmekten başka bir şey yapamazlar. Filmlerim de benim değişen hayat görüşüm, sıkıntılarım ve yaşantımla beraber evriliyor. Tek değişen ben de değilim, içinde yaşadığımız toplum da değişiyor ve bu da filmlerimize yansıyor. Deniz Seviyesi’ni Esra Saydam ile geliştirdiğimiz süreçte Amerika’da yaşıyorduk ve Türkiye’ye bakışımız nostaljik ve hasret dolu bir yerden besleniyordu. Bir Nefes Daha ise İstanbul’a taşındıktan sonra yüzleştiğim sürecin şekillendirdiği bir film olarak bambaşka bir enerjiye sahip.
Filmin bir hayli fonu var, yabancı ortaklıkları var. Bu süreçten biraz bahsetsek olur mu?
Filmin ana yapım şirketi olan Solis Film’in kurucusu Müge Özen, Alman ortağımız Dorothe Beinemeier’i projeye dahil etti. Eurimages, Hamburg Film Fonu ve İsviçre’nin Visions Sud Est fonlarını aldık. Berlinale’nin ortak yapım marketi’ne seçildik. Köprüde Buluşmalar ve Antalya Film Forum platformlarından ödüller aldık. Kültür Bakanlığı filme maddi yapım desteği vermediği için finansmanımızı özel yatırımlar ile tamamladık. Müge ve yapımcılarımızdan Jessica Caldwell, Yağmur Ünal, Kanat Doğramacı ve Jim Wareck ile birlikte finansman arayışında mücadele ettik. İki seneyi aşan zorlu bir süreçti. Finansmanı sete çıkmaya haftalar kala tamamladık. Kafamızı yastığa rahat koyamadığımız, kreatif sürece odaklanmakta zorladığım stresli günler oldu.
İşin bir de yazma kısmı var? Bir senaryonun ortaya çıkma süreci bazen bir filmden daha uzun sürebiliyor, siz o süreci nasıl yaşadınız, nasıl atlattınız?
İyi bir senaryo yazmak için en az bir seneye ihtiyaç olduğuna inanıyorum. Önce fikir aklınızda pişecek, çiğ olmayacak, içsel olarak yer bulacak zihninizde. ‘Ben ne anlatmak istiyorum’, ‘bunu neden yapmak istiyorum’ sorularının cevapları samimi bir yerden kalbinizle bağlanacak. Daha sonra senaryo üzerinde teknik çalışmalar da başlayacak, içsel süreç de bir yandan ilerleyecek yine. İlk versiyonlar çıktıktan sonra ara verip biraz demlenmeye bırakırım süreci. 5-6 hafta sonra yazdığınız senaryoya biraz uzaktan bakma şansınız olur. Geri dönüp bakınca mutlaka bir şeyler eğreti gelir. Her versiyondan sonra yine biraz ara veririm. Artık senaryoyu daha iyi bir noktaya taşıyamayacağımı düşündüğüm zaman da, ki bu filmde 7. versiyondu sanırım bu, sadece güvendiğim birkaç kişiye okuturum. Hikaye konusunda yetenekli de olsalar, vizyonumu anlamayan ve anlattığım dünyaya salt kendi doğruları çerçevesinden bakan kişilerden fikir almamayı da bu süreçte öğrendim, çünkü yanlış yorumlar hikayenin özüne zarar verebiliyor. Benim yazma sürecim, finansman arayışı da uzadığı için üç seneye yayıldı. Aslında bir noktada durmak gerekiyor. Filmdeki bütün yan karakterler artık gereğinden fazla zenginleşti sonlara doğru, her birinin kendine ait uzun metrajlı bir filmi dolduracak kadar öyküleri oldu ve bunların hepsi filme sığmadı. Sonlara doğru yazdığım bazı sahneleri çekimlerden önce attım. İleride belki bu hikayeleri değerlendirip, bu karakterleri anlattığım spin-off bir mini seri yapabilirim ama şimdilik yeni dünyalar ve karakterler keşfetmek daha cazip geliyor.
Kısa film çalışmaları var mı, uzun metraja sıçrayan yönetmenlerin kısa filme bakış açısı değişiyor sanki biraz… Siz de durum nedir?
Kısa film ayrı bir form, farklı dinamikleri olan bir yapı. Zaman kısıtlamasının getirdiği zorlukları da var ayrıca. Kısa metraj ve uzun metrajı hiyerarşik olarak sıralayan zihniyet bana hep sığ gelmiştir. On senelerdir hayalimde olan bir kısa film var, onu yapacağım bir gün ama ne zaman bilmiyorum. O projeden bahsederken, kısa filmler çeken bir yönetmen tanıdığımın söylediği lafı unutmuyorum: ‘Senin artık uzun metrajın var, ne işin var kısa filmle!?’ Sadece uzun metraj çeken yönetmenler değil, kısa film yapan yönetmenler de maalesef bu zihniyette olabiliyor. Bazen uzun metrajlı bir filme fon bulmak için ve filme basamak olarak yapılan kısa filmler ayrı tabi ki, onu katmıyorum.
Artık İstanbul’dasınız sanırım. Gözlem gücüyle yazan bir yönetmen olduğunuzu söylüyorsunuz, sırada ne tarz hikayeler var? Pandeminin filmini çekmek isteseniz nasıl bir senaryo yazardınız?
İleriye dönük Avrupa ya da Amerika’ya bir ayağımı atmak gibi düşüncelerim var ama buranın hikayelerinden çok beslendiğim için Türkiye’den tamamen kopabileceğimi sanmıyorum. Bir mini dizi projesi geliştiriyorum online platformlar için, sekiz bölümlük bir kara komedi. 30’larında parasızlıktan sokakta kalan oyuncu Umay’ın geçinebilmek için televizyon dizilerinden rol kapmak üzere çıktığı yolda, sektöre dair saçmalıkları, tacizi, ayrımcılığı, yeni Türkiye’de kadın olmayı anlatıyor. Bir yandan da, uzun süreli ilişkisi yeni biten ve yalnızlıkla henüz yüzleşemeyen Umay’ın tek gecelik ilişkileri üzerinden, 30’larında hala olgunlaşma mücadelesi veren Y-Kuşağının ilişki biçimlerini portreliyor dizi. Bunun dışında yeni filmimin senaryosu üzerinde de çalışmaya başladım. Kadın haklarının yok denebilecek noktada olduğu ve farklı dini tarikatların iç savaşı gölgesindeki distopik bir Türkiye’de başlayan hikaye, can güvenliği için Avrupa’daki tarikat üyelerinin yanına yollanan bir genç kadının aidiyet arayışını konu alıyor. Filmin çoğunluğu Avrupa’da geçecek ve İngilizce olacak.
Çevrimiçi festivaller hakkında neler düşünüyorsunuz?
Festivallerin bir şekilde varlıklarını sürdürmesini önemli buluyorum. Evet kabul edelim, çevrimiçi festivallerin tadı o özlediğimiz festivallerinki gibi olmuyor ama şu geçirdiğimiz zor senede neyin tadı eskisi gibi zaten? Hayatı mümkün olduğunca devam ettirebilmek, bu süreci ruhsal olarak da sağlam atlatabilmek adına çok kıymetli. Tiyatro oyunlarının, konserlerin kayıtlarına kıyasla evde deneyimlemeye daha uygun bir form sinema. Ben de filmi salonda seyirciyle izlemeyi tercih edenlerdenim, ama bu süreçte kültür-sanat etkinliklerine aç kaldık ve evde bile olsa festival filmlerini izleyebilmek mide gurultumuza iyi geliyor. Bizim gibi pandemi öncesi filmini çekmiş ve bu süreçte seyirci ile buluşturmaya çalışan sinemacılar için de festivallerin iptal olmaktansa çevrimiçi olarak gerçekleşmesi çok değerli.
Son olarak neler söylemek istersiniz?
Son olarak size teşekkür etmek istiyorum! Bana ‘sinemada kadın olmak’ konulu bir soru sormadığınız için harikasınız. O sorulardan çok sıkıldım! Erkek yönetmenlere ‘sektörde erkek olmayı anlatın’ diye sormak nasıl abes ise, kadınlara bu sorunun yöneltilmesinin de aynı derecede saçma olacağı günleri dört gözle bekliyorum.