Martin Scorsese’yi anlatmak için kelimeler yetmez ki bu konu tartışmaya kapalıdır ! Scorsese sinemanın adeta mihenk taşıdır ve yıllardır yapmış olduğu işlerle dünya sinemasına yön vermiş, birçok kişiyi sinemaya kazandırmış, yıllarca silinip gitmeyecek birçok eseri ardında bırakmış adeta bir sembol haline gelmiştir. Kerem Akça “Yeni Hollywood’un Godard’ı” olarak adlandırıyordu. “Kara film” geleneğini merkezine yerleştirerek “stilize gangster filmi” modeli yarattığını ifade ediyordu.

Son zamanlarda “Rüya Fabrikası” olayını iyice abartan Hollywood sineması ise sanatsal yönden oldukça zayıflayarak blockbuster filmler oldukça revaçta olması Scorsese’nin canını oldukça sıkmış olacak ki verdiği röportajlarda daima “süper kahraman filmlerini” hedef alarak onların sinema salonlarını işgal ettiğini ve o filmler yüzünden insanların diğer yapımlara ulaşamadığını belirtmekte. Haklılık payı elbette var fakat sinema salonlarının para kazanma amacı ile işletilen kurumlar haline geldiği dünyada hedef diğer yapımlar mı olmalı yoksa sinema salonları mı olmalı tartışılmalı. Bunun sonucunda filmini sinema salonları yerine Netflix’te oynatmak isteyen Scorsese adeta bir gözdağı verme niyetindeydi. Oyuncu kadrosunda ise kült yapımlarının efsane karakterlerini canlandıran Harvey Keitel, Al Pacino, Robert De Niro, Joe Pesci gibi “babalar” bulunuyor. Netflix ise bu durum karşısında hem sektördeki gücünü arttıracak hem de film çeşitliliğini genişleterek platformunun niteliğini arttıracaktı. Filmin eleştirisine geçmeden eklemek istediğim birkaç şey daha var. Sinemanın tekelleştiği ve benzer işlerin devamlı olarak üretildiği bir dönemde olduğumuz doğru. Özellikle 3.Dünya ülkelerinde üretilen fakat dağıtılamayan birçok sinema filmi mevcut. Bugün Türkiye’de dahi bu sorun karşımıza çıkıyor. Yılmaz Erdoğan ve Organize İşler tartışması buna bir örnek. Buna ek olarak birçok yönetmen başarılı olabilecek projelerini salonlarda gösteremiyor. Onur Ünlü’nün Kırık Kalpler Bankası, Ümit Ünal’ın Aşk Büyü vs. gibi birçok yapım örnek sayılabilir. Park sinemalarının AVM sinemalarına teslim olmaktan başka çareleri kalmıyor. Sinemanın perde sanatı olduğu da tartışılmaz bir gerçektir fakat tüketim çılgınlığı işlerin bu noktaya gelmesindeki temel etkendir. Netflix ise tüketim çılgınlığını farklı bir boyuta taşıyarak insanların filmlere daha hızlı ulaşmasını sağlamakta. DVD piyasası yerine böyle bir şey olması belki de teknolojik açıdan önemli bir olay fakat sanatın metalaşmasını da kaçınılmaz kıldığı bir gerçek ! Bu yüzden Netflix Perde sanatını telefon-televizyon gibi ekranlara sığdırarak onları birer “ürün”e dönüştürüyor. Dolayısıyla süper kahraman filmlerinin sanat olmadığını söyleyen Martin Scorsese’nin filmini perde sanatından telefon ekranına indirgemesi çelişki değil de nedir ? Pandemi sürecinde sinema salonlarının hala daha hareketlenmediği bir dönemde filmini büyük risk göze alarak vizyona sokan Christopher Nolan mı daha sanata hizmet ediyor yoksa Scorsese mi ? Bu da ayrı bir tartışma konusu…

Filme gelecek olursak Scorsese Guardian gazetesine verdiği röportajında “belki de son filmi olduğunu” belirtmişti. Kendisi 1942 doğumlu ve 1967’de ilk uzun metraj filmi olan I Call First ile sinemaya giriş yapmış ve bugüne dek 25ten fazla film yönetti. Fakat Irishman etkileyici bir final olamıyor. Scorsese o kadar film yönetmesine rağmen çok azının senaryosunu kendisi yazıyor. Bu filmin senaryosu ise Charles Brandt’ın I Heard You Painted Houses adlı kitabından uyarlanıyor. Senaryolaştırma işini ise Oscar sahibi senarist Steven Zaillian üstleniyor. Jimmy Hoffa’nın (Al Pacino) biyografik öyküsüne odaklanan film bunu doğrudan ele almıyor. Jimmy Hoffa Amerika’nın en popüler işçi liderlerinden birisi ve beyazperdede hikayesini daha önceden görmüştük. 1992 yapımı olan Hoffa adlı sinema filminde Hoffa’yı Jack Nicholson canlandırmıştı ve Oscar’a aday olmuştu. Danne DeVito yönetimindeki film Hoffa’nın hayatına doğrudan odaklanıyordu. Scorsese ise Hoffa’ya Frank Sheeran (Robert De Niro) üzerinden odaklanıyor Hoffa hikayenin hem ana unsuru hem de ikinci unsuru olarak sunuluyor. Sürenin 209 dakika oluşu da kurguyu çok geniş bir zemine yayarak iki tarafı da rahatlıkla işleyebiliyor. Frank Sheeran’in basit bir kamyon şöförlüğünden adeta suç makinesine dönüşmesi bu süre içerisinde ağır bir tempoda adeta tane tane anlatılıyor. Bu süreçte sendika, mafya ve siyaset kurumları birbirlerini tetikleyen bir ortamın içerisindeler. Böylesine karmaşık bir düzene sahip olan Amerika fotoğrafını ancak Scorsese gibi bir yönetmen çekebilirdi. İkinci Dünya Savaşı, JFK suikasti gibi referansların dönemin politikasına ve sosyal yaşantısına olan etkisini alt metin olarak sunması da ayrı bir incelik. Kostümler ve sanat yönetimi ise tadından yenmiyor ve adeta nostaljik hazda zirveyi yaşatıyor… Mekan konusunda ise oldukça zengin davranılmış. Karakterler sendika toplantılarından İtalyan restoranlarına, fabrikalardan Türk hamamına kadar devamlı hareket halindeler. Her mekanın dönemine uygun hale getirip dekore edilmesi başlı başına bir iş.

Oyunculuklar ise belki de eleştiriyi en yoğun şekilde alan bölümdür. Fakat burada eleştirilen kısım performanslardan ziyade gençleştirme tekniği… CGI kullanarak karakterlerin gençliklerini de aynı oyunculara oynatmak isteyen Scorsese, bu işi oldukça iyi kotarmış. Fakat bazı yerlerde karakterler android görünümünden kurtulamıyor. Mimikler tutsa dahi hal ve hareketler kurtarmıyor. Örneğin Frank Sheeran’ın esnafı tekmelediği sekans oldukça yapay bir haldeydi. Fakat 209 dakikalık bir filmde elbette ufak bir bölümün böylesine olması yadırganmıyor.

Filmin en önemli beslendiği şey ise insani duygular… Merhamet, pişmanlık, şiddet, nefret gibi şeyler seyirciye doğrudan geçiyor. Özellikle dini referanslar ile de bu durum pekiştiriliyor. Scorsese çok yoğun bir anlatım tercih etmiş. Kullandığı dil ise oldukça kontrollü. Şiddet teması filmin konusu gereği her an göz önünde olan bir şey. Fakat Tarantino tarzı bir şiddet meşrulaştırması söz konusu değil. Tam aksine şiddetin insan üzerindeki yarattığı buhran veya haz hissi söz konusu.

Özellikle Amerika’nın karanlık politikalarına da yer veren film elindeki süreyi çok dolu dolu kullanmış. Fakat belirli bir tempoyu yakalayamadığını da belirtmek gerekir. Bu noktada film yer yer “sıkıcı” olabiliyor. Zira Scorsese böylesine bir hikayeyi daha kısa sürede çekemeyeceğini röportajlarında belirtmişti zaten. Fakat aldığı en olumsuz yorumlar da bu konuda. Netflix verilerine göre ilk 5 günde 13.2 milyon tercih edilen The Irishman’i aynı gün içinde bitirenlerin oranı ise %18 lik bir dilim.

Oyunculuklarından dekoruna, sanat yönetiminden görüntü yönetmenliğine sayfalarca yazılabilecek kalitede profesyonel bir iş çıkaran Scorsese’yi hem tebrik etmek hem de teşekkür etmek gerekir. Zira sinemada böyle bir isimin sanat döneminde yaşıyor olmak büyük şans. Son filmi olabileceğine dair açıklamaları olsa da Leonardo DiCaprio ve Robert De Niro ile birlikte çekeceği filmin duyurusu geçtiğimiz haftalarda yapıldı. Murat Tırpan’ın tabiri ile sonlandırmak gerekirse The Irishman “Netflix gibi bir lunaparkın tam ortasına dikilmiş cesur bir sanat eseridir.”

 

erdinc bozkurt
3 Temmuz 1996 yılında Bodrum’da doğdum. Sinemaya olan merakım ilk olarak oyunculuk ve tiyatro ile başladı. Ortaokul yıllarımda televizyonda yayınlanan Çok Güzel Hareketler Bunlar adlı program, tiyatro skeçleri yazmama ve okulda oynamamda etkili oldu. Liseye geçtikten sonra yazdığım tiyatro skeçleri yerini film senaryolarına bıraktı. Her gün film izleyerek sinemalar.com da amatör yorumlar yazmaya başladım. Uşak Üniversitesi’nde Sosyoloji Bölümü okumaya başladım ve sinemanın toplumsal boyutlarını incelemeye başladım. Lisans Bitirme Tezi’mi “Sinemada Amerikan Milliyetçiliği: Süper Kahraman Filmleri Üzerine Değerlendirme” çerçevesinde ele aldım. Yüksek lisansa hazırlanmaktayım ve yüksek lisans tezimi, yaşadığım yer Bodrum’un geçmişten günümüze kültürel ve sinema mekanı açısından dönüşümü üzerine yazmayı hedefliyorum.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.