Ayten Başer Yetimoğlu’nun İçimdeki Küller belgeseli Ankara Film Festivalinde en iyi belgesel film ödülünü aldı.
Belgesel, 31 Ocak 2008 günü 21 işçinin hayatını kaybettiği, yüzün üzerinde işçinin yaralandığı Zeytinburnu/Davutpaşa Emek İş Hanı’ndaki maytap atölyesinde meydana gelen patlamayı, sonrasında ailelerin verdiği hukuk mücadelesini anlatıyor.
“Kaza değil, bu bir cinayet” diyen aileler sorumluların yargılanması için bir araya gelerek seslerini duyurmaya, sorunlarını çözmeye, yaralarını sarmaya çalışıyor. Film, yakınlarını kaybeden ailelerin sekiz yıllık mücadelelerini çocuk karakterlerin anlatımıyla sunuyor.
Filmin yönetmeni Ayten Başer Yetimoğlu’nun kendi eğitim mücadelesi başlı başına bir belgesel konusu. İlkokuldan sonra tekstil atölyesinde çalışırken ortaokulu dışardan bitirir. Liseden sonra 7 yıl tekstil sektöründe ve marketlerde kasiyer olarak çalışır. 2004 yılında Erciyes Üniversitesi Radyo Televizyon bölümünü kazanır. Ardından yatay geçişle Ankara Üniversitesi ve tekrar yatay geçişle son olarak İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Sinema bölümünden mezun olur. Derken master ve paralelinde kurgucu ve kameraman olarak çeşitli kuruluşlarda çalışma ve Nişantaşı Üniversitesinde öğretim üyeliği. Şimdilerde Yalova Üniversitesinde kurgu ve senaryo dersleri veriyor. Aynı zamanda Marmara Üniversitesi’nde Sinema Anabilim Dalında Doktora yapıyor. Kendisine hem aldığı ödül hem de belgeseliyle ilgili birkaç soru sordum.
Nasıl karar verdin bu olayın belgeselini yapmaya? Seni tetikleyen ne oldu?
2008 yılında üniversitenin son sınıfındayken yurttan arkadaşım Sevgi ile beraber “Bir Umut” adlı derneğe İngilizce kursuna gidiyorduk. Dernek ailelerin bir araya gelmesine vesile olmuş. Ailelerin ilk toplantısına katılmıştım. Bunu çekmeliyim dedim kendi kendime. Okuldaki arkadaşlarımdan ödünç aldığım kameralarla aileleri sürekli takip ettim. Aileler ceza davası açılsın diye 2 sene boyunca Taksim Meydanı’nda nöbet tutular. Dava açılınca her duruşmada Bakırköy Adliyesine gittiler, kendileri gibi iş cinayetine kurban giden diğer ailelere taziyeye gittiler… Sürekli her eylemde her etkinlikte kameram elimde onların peşindeydim. Önceki belgeselim Davutpaşa’nın Külleri 2008-2011 üç senelik bir zaman diliminde ailelerin vermiş olduğu hukuk mücadelesini anlatıyor. Bu film bittikten sonra çekimlere devam etmemin sebebi davanın sonucunun nasıl olacağını görmekti. Ve çekimlere devam ettim.
Kaç yıllık bir süreci takip ettin? Bu süreçte sizler ekip olarak kamera arkasında neler yaşadınız?
İkinci film “İçimdeki Küller” ise sekiz senelik ailelerin hukuk mücadelesini ve ailelerin yaşadıklarını konu alıyor. Sekiz sene çekimin ardından elimde çok fazla görüntü vardı ve onun deşifresi ile kurgusu ise iki sene sürdü. Film çekiminde ekipman, bütçem vs yoktu. Çekimlerin çoğunu ben, üniversiteden arkadaşım Serdar Yıldız ve filmin kurgusunu da yapanlardan biri olan Oğuz Gül ile beraber yaptık. Sadece arkadaşlardan ve okuldan kamera alıp nerede bir toplantı, eylem var ise oraya çekime gidiyordum. Teknik olarak ses kaydı vs. alan bir teknik donanıma sahip değildim. Filmi DVD ile başlayıp HD kamera ile tamamladım. Özellikle basın çalışanlarının arasından, çekim yapılmasının yasak olduğu yerlerden görüntü almakta epey zorlandım. Sekiz sene epeyce uzun bir zaman dilimi tabii ki bu süre boyunca yer yer yorulduğumuz, incindiğimiz ama arkasında durmaktan vazgeçmediğimiz bir süreç yaşadık. Şimdi baktığımız zaman sekiz senenin sadece bir anlık ağızdan çıktığını görüyoruz ama bu sekiz sene boyunca kayıt altına alınan mücadele, insanların yaşadıkları ve bir filmin çıkması kolay olmadı. Bu iş fazla sabır ve emek isteyen zaman zaman yoran ama üzerinize bir defa bulaştı mı çıkmayan bir şey.
Belgeselde konuşan çocuklar dikkatimi çok çekti. İnsan inanamıyor o yaştaki çocukların böyle derin, felsefik konuşmalarına? Kamera karşısındaki rahatlıklarını neye borçlusun?
Öncelikle bu çocuklardan bahsetmek isterim. Nasıl bir çocukluk geçirdiler? Bir kere en başta her birinin ebeveynlerinden birisi hayatın normal akışına uygun olmayan bir biçimde hayatını kaybediyor. Bu çocuklar hayata böyle başlıyorlar. Çok önemli büyük kayıp ile… Bu kayıp zaman zaman dillerine, bakışlarına ve davranışlarına etki ediyor. Filme ilk başladığım zaman aileler kamera karşısında konuşmakta tedirgin oluyorlardı. Zaman içinde beni ve kameramı kendilerinden biri gibi görmeye başladılar. Patlama olduğu zaman anne karnında olan doğmamış çocuklar vardı. Filmde konuşan çocuklar aileleri ile beraber sürekli bir eylemlilik halindeydiler, hafta içi okullarında hafta sonu ise eylemlerde. Dolayısıyla bu eylemlilik hali dillerine de yansıdı. Rahat konuşmalarının sebebi küçüklüklerinden beri kameraya alışkın olmaları ve hayatın onlardan götürdüklerinin yansımasıdır diyebiliriz. Örneğin Abdurrahman babası iş cinayetine kurban gitmeden önce okula giden, geleceğe dair hayalleri olan biriydi ama patlama sonrasında evin tüm sorumluluğu onun omuzlarına bindi ve okulunu bırakmak zorunda kalıp işe başladı. Bizler Abdurrahman’ın bakışlarında sözlerinde bu yükü ve hayata erken yaşta atılmanın ruh durumunu görmekteyiz. Filmde dikkat çekenlerden bir diğeri ise Beyza. Beyza normal zamanlarda içine kapanık, resim çizmeyi ve şiir yazmayı seven biri. Beyza babasını bebekken kaybediyor ve babasının haklı mücadelesine yaşamı boyunca dahil oluyor. Beyza’yı bu kadar güçlü yapan ve bu gücü olgunluğu sözlerine yansıtan şey, Beyza’nın bu gerçekle büyümüş olmasıdır. Diğer dikkat çeken çocuklardan birisi ise Kıvanç. Kıvanç fazlasıyla çekingen bir çocuk. Kıvanç diğer çocuklardan farklı olarak annesini kaybeden tek kişi.
Belgeselin dilini oluştururken nelere dikkat etin?
Film çekimlerinde sürekli bir eylemlilik hali olduğu için, kameram sürekli hareketliydi. Hareketli bir kamera, uzun yıllara yayılan çekimleri bir araya getirip belgeseli oluştururken, öncelikle ana merkeze üç çocuk karakteri aldım. Onların arşivdeki görüntülerini deşifre ettim. Bu karakterler kendi hikayelerini anlatırken diğer yandan ailelerin vermiş oldukları mücadeleyi anlatacak şekilde ara görüntüler kullandım. Buna uygun müzikler ve Ümit Kıvaç’ın katkılarıyla rengi yapıldı. Kurguya önce Oğuz Gül ile yaptık, daha sonrasında ise Deniz Üstüner’in de bakışı ve Ümit Kıvaç’ın da katkısıyla son halini aldı.
Ankara Film Festivalinde en iyi belgesel ödülü aldınız. Bu ödül senin için ne ifade ediyor?
O kadar uzun süre emek verip bir film ortaya çıkardıktan sonra ödülle karşılık bulmak benim için çok değerliydi. Gelecekte yapmayı planladığım projeler için bana çok büyük bir motivasyon verdi diyebilirim.
Üzerinde çalıştığın yeni bir proje var mı?
Evet, Şu an “Zarokbum” adlı uzun metraj filmim üzerine çalışıyorum. Filmin konusunu kısaca özetlemem gerekirse: “ 90’lı yıllarda 13’ünde güzel bir kız çocuğu Gülperi ve çelimsiz haliyle bir erkek çocuğunu andıran 12 yaşındaki kuzeni Ceylan’ın, okuyabilmek uğruna küçücük boylarıyla kalkıştıkları büyük işleri anlatıyor. Filmi çocukluk hikayemden yola çıkarak yazdım. Bu senaryom 3. Denizbank İlk Senaryo İlk Film yarışmasında 3. Oldu. Ayrıca Uçan Süpürge Yapım Lab’da jüri özel ödülü aldı. Şu sıralar yapımcı bulmaya çalışıyorum ama bağımsız bir yapım için yapımcı bulmak çok zor…
Yapımcı bulmak, sponsor bulmak, finansör bulmak zor. Ama işte bir projeyi aklınıza ve yüreğinize koyduysanız bir şekilde gerçekleşiyor o proje. Ama öyle ama böyle. Ama o zaman ama bu zaman. Belgesel sinema yapmak da bir eylemlilik hali değil mi?!