Çizgi roman uyarlamaları son yıllarda giderek arttı ve artık kaçınılmaz bir şekilde sinemada söz sahibi oldular. DC ve Marvel şirketleri bu söz sahibinde başı çeken isimler. İki şirketin rekabeti sonucunda her sene birkaç film vizyona giriyor. Buna ek olarak şirketler “sinema evreni” adını verdikleri bir sinema dünyası yaratarak dizi ayarında filmler çekerek karakterler arasında paralel bağlantılar kuruyorlar. Bu sinemada yeni bir şey değil elbette. 2000’li yılların başında Alien vs. Predator ya da Freddy vs. Jason gibi kültleşmiş karakterler aynı filmlerde boy göstermişlerdi. Çizgi romanlarda ise kahramanlar birbirlerinin hikayelerini defalarca konuk olabiliyorlardı. Marvel şirketi rakibinden yaklaşık 5 sene önce bu işe girişti ve DC’nin ilk hamlesine kadar evrenin ilk halkasını çoktan tamamladı. Fakat Marvel kahraman sayısının daha fazla olmasından dolayı ve daha önce tanıtmadığımız kahramanlara ayrı hikayeler çekmesi gerektiğinden gayet normal bir süre. DC ise daha önce çok defa gösterdiği kahramanları göstereceği için biraz ağırdan alıyor olabilir. Superman ise çizgi romanları ile tüm dünyada bilinen ve sevilen bir kahraman. 1978 yapımı Superman şüphesiz bu yapımlar arasında en akılda kalanıdır. Daha sonra devam filmi çekilse bile hatta feminist çerçevede Supergirl adlı bir hikaye daha eklense de ilk filmin yeri sinema tarihi açısından farklı bir noktadadır. 2006 yılında Superman Returns adlı aynı hikayenin devam filmi ise oldukça basit bir senaryo ile çekilmiş ve bekleneni alamamıştı. Zira 1978 yapımında Christopher Reeve bu rol için biçilmiş kaftandı. Fakat 2006 yılında Brandon Routh babyface tiplemesi ile masumiyetin temsiliyeti olma gayretinden karakteri içselleştirememişti. Bu sefer Henry Cavil ile şansını deneyen yapım şirketi en azından tipten kurtarıyor…
Superman’in gayet bilinen bir hikayeye sahip. Kripton adlı gezegenden dünyaya (yani Amerika’ya!) düşen bir kapsül, çiftçi bir aile tarafından bulunur. İçerisinde süper güçleri olan bir bebek vardır ve bu bebeğin dünya üzerinde adaleti sağlamak için tüm güçlerini kullanır. Aynı anda sosyal kimliği ile Superman kimliğini gizleyerek iki ayrı hayat sürer, gazeteci Clark Kent ve Superman… Fakat hikaye Metropolis adı verilen bir distopyada geçer. Fakat bu filmin senaryosunda birtakım farklılıkları görmek mümkün. Zira filmin senaryosunda The Dark Knight Trilogy’den bildiğimiz David S.Goyer ve Christopher Nolan bulunuyor. Bahsi geçen Batman üçlemesi çizgi romanların aksine Batman karakterinin ruh dünyasını ve anti kahraman tavırlarını gözler önüne seren, duygusallıktan beslenen ve yıllarca tabulaşmış saf iyi-saf kötü temalarını yıkan bir üçlemeydi. Superman daha önce çekilen hikayelerinde Nolan imzalı Batman karakterinden ziyade daha keskin çizgileri olan bir karakterdi ve bu da realist durmayan bir özellik olabiliyordu. Dolayısıyla Nolan-Goyer ikilisi daha önceden Batman’de uyguladıkları formülü Superman için de uygulayarak kültleşmiş tabuları yıkma girişiminde bulunmuşlar. Nitekim başarılı da olmuşlar zira her karakterin karanlık bir yanının olması gayet doğal bir durumdur. Bazı makalelerde Nietzsche’nin üstün-insan teorisi ile özdeşleştirilen Superman artık rasyonalizmi kenara bırakmış ve romantizmden beslenmeye başlamış.
Orta Çağ-Milenyum Karışımı Gezegen Kripton
Kripton en azından bizden üstün teknolojiye sahip ve senato tarafından yönetilen bir gezegendir fakat Kripton yok olmanın eşiğine gelmiştir ve bu durumdan rahatsız olan General Zod (Michael Shannon) ve askerleri bir darbe girişiminde bulunurlar. Bu sırada Jor-El (Russell Crowe) ve eşi Lara Lor-Van (Ayalet Zurer) doğal yollar ile doğan çocukları Kal-El’i uzaklaştırmak üzere bir kapsüle yerleştirirler. Yerleştirirken de kodeks adı verilen gezegenin yaşam kaynağını Kal-El’in genlerine yüklerler. Zod buna engel olmaya çalışsa da başarılı olamaz ve askeri darbe bastırılarak Zod dondurulur ve sürgün edilir. Kal-El çiftçi bir aile tarafından büyütülür ve Clark ismini alır. Ta ki 33 sene sonra Zod Dünya’yı Kripton’a çevirmek üzere gelinceye dek… Zira Zod idealist bir askerdir. Fakat Kal-El, Zod’un karşısında durarak Kripton’u yeniden hayata geçirmek istemez. Bizim açımızdan hava hoş elbette fakat Kripton açısından vatan haini olduğu da bir gerçek. Akıllara “Coğrafya gerçekten kader midir?” sorusu geliyor ve basit bir tabirle Superman doğduğu yeri değil doyduğu yeri seçen bir göçmene dönüşüyor. Superman’in hikayesinde mekanın Amerika seçilmesi elbette Amerika’ya ait bir hikaye olmasından geçer. Fakat Amerika yerine başka bir ülkeye düşseydi bu sefer nasıl bir öykü çıkardı acaba?
Snyder’dan Modern Dokunuş
Zack Snyder kariyeri boyunca aksiyon ve gerilim türünde boy göstermiş bir yönetmen. DC Evreni’nin baş mimarlarından olması bu tarza devam edeceğini gösteriyor. Çizgi roman konusunda daha önceden Watchmen adlı filminde modern bir çığır açtığı söylenebilir. Man of Steel ise Watchmen kadar estetik çekilmemiş fakat modern anlamda bir uyarlama olduğu kesin. Aksiyon sahnelerinde kullanılan ve Snyder ile adeta özdeşleşmiş zoom tekniği, grinin tonlarına ağırlık vererek yaratılan mistik atmosfer modern uyarlamanın anlam kazanmasına yol açıyor. Bunlara ek olarak Superman’in kostüm tasarımı çok başarılı. Koyu renklere ağırlık verilmesi ve gereksiz teçhizatların çıkarılması yerinde bir karar. Aksiyon sekanslarında İranlı görüntü yönetmeni Amir Mokri’yi tebrik etmek gerekir.
Müziklerde ise Hans Zimmer’in destansı tonları ve epik ezgileri “uzay operası” izletir nitelikte. Hans Zimmer kariyeri boyunca bu tarz müzikler yaptı fakat burada sadece epik melodiler kullanmamış, lirik tonlar da kullanarak karakterin duygusal yönlerini notalara dökmüş.
General Zod’un gezegene gelmesi ile başlayan kaotik ortam ABD Hükümeti’ni de konuya dahil ediyor. Daha önce defalarca önümüze çıkan temayı burada da görüyoruz elbette. Üstün bir gücü kendi lehine çevirmek isteyen Pentagon, Superman’i kendi taraflarına çekmek istiyor. Superman ise bu durumdan rahatsız olmuyor elbette. Zira Superman’in ortaya çıkışı da buna dayanır. Kostüm renginin ABD bayrağıyla benzerliği, kendisinin ABD vatandaşı olması bundandır.
Oyunculuklara geldiğimizde ise sıkı bir cast çalışması yapılmış. Lois Lane rolünde Amy Adams düz bir gazeteci olmaktan öte kendi yorumunu da katmış ve son derece başarılı. Laurence Fishburne, Kevin Costner, Diane Lane yan rollerde bulunmasına karşın tip olmayı başarmışlar. Fakat asıl başarı Russell Crowe’a aittir. Aynı karakteri daha önce rahmetli Marlon Brando canlandırmıştı. Hıncal Uluç, bu konu ile alakalı Sabah gazetesinde yazdığı bir yazısında şöyle bir not paylaşmıştı: “Avustralyalı Russel Crowe’un lise öğrencisiyken kurduğu orkestra ülkesinde bayağı ün kazanmıştı. En hit parçaları da “I want to be like Marlon Brando” idi. Yani “Marlon Brando gibi olmak istiyorum” diye şarkı yazmıştı Russel Crowe..”
Henry Cavil ise tipleme olarak uygun bir isim fakat rolünü fazla kasarak oynamış. Bu yüzden vasatı aşamamış. Ehh ne diyelim? Gelen gideni aratır.
Film boxofficemojo verilerine göre 668 milyon$ civarı gelir elde etmiş. BoxOffice Türkiye verilerine göre ise yaklaşık 314 bin kişi tarafından izlenerek 3.6 milyon Türk lirası civarı hasılat elde etmiş.