‘’Nasyonal Sosyalist partisinin istediği, ulusun bütün yaratıcı değerleri gibi sonsuz değerlere dayanması gereken bir Alman sanatının varlığı, bu değerleri temsil etmeyen sanat anlayışının ise değersizliği.’’
PIRIL TATARİ
Henüz filmin başlarında müze rehberinin ağzından çıkan bu sözler filmin seyirciye, tarih-siyaset ve sanat üçgeni içerisinde verileceğinin bir işareti. Yozlaşmış Sanat Sergisi’nde gezinirken gördüğümüz sanat eserlerinin bu şekilde değerlendirilmesinin bir nedeni var. Sanat eserlerinin Alman ideolojisini desteklememesi, tam aksine bu eserlerin ideolojiye karşıt duran özgürlük, çıplaklık, gerçeklik kavramları altında yaratılması.
Burada uzun zamandır tartışılmakta olan bir soru gündeme geliyor: Sanat, estetik bir zevk yani salt bir sanat yapma amacı ile mi oluşturulmalıdır yoksa toplumsal değerlere hizmet mi etmelidir? Film de zaman zaman kendi içerisinde benzer bir soru oluşturuyor. Never Look Away / Asla Gözlerini Kaçırma, toplumsal bir dönemi anlatmak için sanatsal alan üzerinden mi izleyiciye sunulmaktadır yoksa sanatsal alandaki dönüşümler toplumsal bir dönem ile birlikte mi aktarılmaktadır? Aslında film her iki alanı birbirine paralel olarak ele alıyor. Çünkü sanat, hem toplumu etkileyen hem de toplumdan etkilenen bir alan. Sanatın toplumsal bir ayna işlevi gördüğünü, filmin iki farklı mekanda ve kültürel yapıda geçerken farklılaşmasından anlayabiliyoruz.
Filmin ilk yarısı Doğu Almanya’da geçiyor. Bu süreçte Doğu Almanya’nın içinde bulunduğu siyasi, ekonomik ve toplumsal yapısına dair birçok işaretle karşılaşıyoruz. Uçakların telsiz ve radarı engellemek için folyo dağıtması, zaman zaman yaşanan bombalamalar, Doğu Almanya’nın içinde bulunduğu savaş durumunun işaretleri. Doğu’nun en belirleyici yanı ise sağlık politikalarının siyaseti yönetenler tarafından, Alman ideolojisi etrafında şekillendirilmesidir. Bu durum öyle belirleyici bir hal alıyor ki hastalara kırmızı veya mavi artı koyma gücünü elinde bulunduran doktorlar, kimilerinin sağlık hizmetinden yararlanıp yaşamasına, kimilerinin de ‘anlamsız bir hayata’ sahip olduğuna karar verip ölüme gönderebiliyor. Doktorların ‘pozitif soya’ katkıda bulunmasıyla, sağlıklı ve güçlü Alman ırkının korunması ve yaşamının sürdürülmesi sağlanıyor. Burada Doğu Almanya Devleti’nin büyük çapta bir yapay seleksiyon gerçekleştirdiğini görebiliyoruz.
Filmdeki doktorun Elisabeth’e şizofreni teşhisi koyması ile yaşamına son verme hakkını elinde bulundurması en başlarda seyirci için herhangi biri olmaktan öteye geçmiyor. Filmin ilerleyen zamanlarında Elisabeth’in yeğeni Kurt’un bir sanat okulunda okurken Ellie ile tanışması sonucu Ellie’nin babasının Kurt için farklı bir anlama sahip olduğunu öğreniyoruz. Film boyunca yaşananları Kurt’un gözlerinden izliyor, karakterini nasıl etkilediğini sanatsal çalışmalarında ve hayata bakış açısında görüyoruz. Kurt’ün zaman içerisinde yaşadığı olumsuz olaylar bulanık görüntülerle bilinçaltında kendine yer ediniyor. O ‘bulanık sahneler’ her ne kadar bilinçaltına itilse de zaman zaman açığa çıkıyor. Bilinçaltı kavramı ve karakterin ruhsal durumu arasındaki bağlantı ile Freudyen bir okuma sağlayabiliyoruz. Yalnızca Kurt’ün de değil, doktorun da geçmişini geride bırakarak yaşamaya devam etmeye çalıştığını ancak bundan kaçamadığı da görülüyor. Bunun en büyük örneği ise Kurt’ün tablosunda, doktorun kendi gerçeği ve geçmişi ile yüzleştiği sahne. İkinci Dünya Savaşı sonrası güç otoritelerinin değişmesi üzerine hayatının geri kalan kısmında ayakta kalabilmek adına geçmişinin üzerini örtmeye çalışan bir doktorla karşılaşıyoruz.
Filmin ikinci yarısı ise farklı bir mekan ve buna bağlı olarak farklı bir toplumsal yapıda geçiyor. Bu sefer karakterimiz Batı Almanya’ya geliyor. Bunun en büyük sebebi ise Doğu ve Batıdaki sanat anlayışındaki farklılıklar. Bu farklılığı oluşturan ise başta da belirtildiği gibi toplumsal olayların sanat üzerindeki belirleyici etkisi. İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında yaşanan tüm bu gelişmeler yeni bir sanat anlayışının ve buna bağlı olarak da yeni sanatçıların doğuşuna olanak sağlıyor.
Doğu Almanya’da sanat ideolojik bir araç olarak kullanılırken Batı Almanya’da ise sanat eserleri kişisel ve özgün olma kaygısı ile oluşturuluyor. Doğudaki homojen sanat anlayışının aksine Batıda sanatçılar, yeni bir şeyler yaratma ve farklı olma amacına sahipler. Kurt ise sanatını gerçekleştirebilmek, içindeki yaratıcılığı ortaya koyabilmek adına Doğu’yu bırakıp Batı’ya gelen ve kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan geçmişteki birçok sanatçıdan yalnızca biri. Film, her ne kadar kurgusal nitelikler taşısa da, İkinci Dünya Savaşı sonrasını yaşayan sanatçıları, doktorları, vatandaşları ve o döneme ait toplumsal yapı ve olayların bir kesitini gerçekçi bir biçimde bizlere sunuyor.