Bugün sizlere 3 sezondur kalp ağrıları, sinir atakları ile izlediğim bir diziden bahsetmek istiyorum: The Handmaid’s Tale. Aslında bildiğiniz üzere Margaret Atwood’un aynı adlı romanından uyarlama. Ancak dünyanın birçok yerine olduğu gibi Türkiye’de de bu hikaye Hulu ekranlarına gelen dizisi ile yankı uyandırdı. The Handmaid’s Tale, Türkiye’de ise Blu TV üzerinden yayınlanıyor. Misoginistik distopya olarak kategorize edebileceğimiz hikayeyi, yazar Atwood ise spekülatif kurgu olarak sınıflandırıyor. Atwood, fanteziden kaçmadan kaleme aldığı eserlerinde “yolda yer alan, düşülmenin istenmeyeceği, muhtemel büyük delikleri” araştırdığını söylüyor.
Tam Anlamıyla Ürkütücü bir Dizi
Dizinin konusu: The Handmaid’s Tale; kadınların neredeyse bütün haklarının elinden alındığı, sadece çocuk doğurmak için köleleştirildiği, erkeklerin egemen olduğu dindar bir kesim tarafından totaliter tarzda yönetilen Gilead adlı bir ülkeyi anlatıyor. ABD’de rejimin değiştiği bu düzende, yakalanan muhalif kadınların bir kısmı ülkenin yüksek rütbeli kumandanlarına seks kölesi olarak veriliyor. Damızlık adı altında evlere dağıtılan bu kadınlardan beklenen asıl şey, evinde yaşadıkları kumandanlardan hamile kalıp mümkün olduğu kadar çok çocuk doğurmaları. Fakat son yıllarda neredeyse sıfıra düşen doğum oranları, hamile kalmanın iyice zorlaştığını ortaya koyuyor. Dizi, damızlık kadınlardan biri olan Offred’in hikayesinin etrafında şekilleniyor.
Neden Distopya İzliyoruz/Okuyoruz?
Distopyaları sıkı sıkıya takip edenlerden biriyim ve bu sorunun yanıtını düşündüğümde ulaşabildiğim birkaç yanıt var. İzlerken dünyamızı karartan, bizleri karanlık bir dünya tahayyülü ile karşı karşıya bırakan distopyaları, yaşadığımızdan daha kötü bir dünya olabileceğini görerek şükretmek veya gelecekte neler olabileceğini merak ettiğimiz için okuyor/izliyor olabiliriz. The Handmaid’s Tale izleyicilerinin birçoğunu henüz birinci sezonda diziden uzaklaşanların da, diziye hayranlık duyanların da beslendikleri yer aynı, bu hikaye diğer distopyaların yanında günümüz gerçekliğine yakınlığı ile öne çıkıyor. Üstelik akla ilk gelen diğer distopyalardaki gibi teknoloji üzerine bir öngörüsü yok, zamansız ancak söylemler günümüz dünyasında yükselen sağ popülizmin cümlelerine yakınlığı ile korku salıyor.
Popülerleşen Distopyalar
Yazıyı hazırlarken okuduğum “electricliterature.com”da yayınlanan “The Rise of Dystopian Fiction: From Soviet Dissidents to 70’s Paranoia to Murakami” adlı makalede yer alan edebiyatta distopyanın yükselişini gösteren tabloyu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Tablodan görebileceğiniz üzere, distopya 20. yüzyılda ortaya çıkan bir edebiyat ürünü. Distopyada üretimin yükseliş dönemleri ise oldukça dikkat çekici, büyük buhran, ikinci dünya savaşı, savaş sonrası atmosfer dönemlerine denk düşen yükselişleri grafiğe bakarken farkında olmalısınız. Bir de 2010 yılı sonrası grafiğin yükselen seyrini tabii… Public Radio International’ın To the Best of Our Knowledge programına röportaj veren Margaret Atwood’a da 2000’lerdeki bu yükseliş soruluyor. Atwood, “İnsanlar, özellikle gençler olmak üzere gelecek konusunda kendilerini tedirgin hissediyorlar. Daha fazla sosyal istikrarsızlığın olduğu bir gelecek öngörüyorlar.” diyor. Yazar, iklim konusunda felaket senaryolarının ele alındığı bilimkurgu yapıtlarının çokluğunu işaret ederek bu tür kurguların insanların korktukları yerden doğduğunu belirtiyor. Bu açıdan baktığımızda dünyada yükselen sağ popülizmin insanların kaygılarını tetiklediğini düşünmek de grafiğin yükselişini bu bilgiyle değerlendirmek de mümkün oluyor. Elbette 1948’de tahayyül edilen 1984’ün 2000’lerde gerçek hale gelmesi, 1985’te yayımlanan The Handmaid’s Tale’ın Trump’ın Reagen’ı anımsatan kadın düşmanı söylemlerinin birkaç adım sonrasını görücüye çıkartması da oluşan yoğun ilgiyi açıklıyor. Yani distopyalarda felakete ayna tutan dünyalar bugünkü yaşamımızla, korktuğumuz gelecekle veya bugün dünyanın başka bir yerinde olanlarla benzeşiyor. Atwood hikayenin yıllar sonra yeniden popülerleşmesini yükselen sağ popülizme vurgu yapan şu sözlerle açıklıyor; “Kitapta karakterlerin söylediği bazı cümleleri hayatta başkalarından da duyarsınız. Kitabın yayınlandığı 80’lerin ortasında, şimdikinden daha az geçerliydi bu.”
Amerika’da Dizinin Kostümleri ile Halk Sokaklara Döküldü
The Handmaid’s Tale’ı yorumlarken Suriye’deki Ezidi kadınların köleleştirilmesini anımsayan da, Suudi Arabistan’daki yasaklardan bahseden de, Trump Amerika’sındaki kürtaj yasağını eleştiren de, yakın tarihten konu açan da mevcut sosyal medyada. Dizinin yayınlanması ile eşzamanlı olarak ABD’nin farklı kentlerinde kürtajı kısıtlayan yasanın protestosunda çekilen kareler de bize izleyici/okurdaki gerçeklik eşleştirmesini ispatlıyor. Kadınlar kürtaj yasağına karşı The Handmaid’s Tale’daki damızlık kadınların kostümlerini giyerek yürüyordu. Günümüzde birçok sağcı liderin benzer yasak girişimlerini, kadın bedeni üzerinde otorite sağlamaya çalışan politikaları ve eril duruşlarını görebilmeniz mümkün. Dizi aslında Amerika’yı yeniden keşfetmiyor. Atwood’un New York Times’da yazdığı gibi “Kadınların ve bebeklerin kontrol edilmesi bu gezegen üzerindeki tüm baskıcı rejimlerin özelliğidir.” İktidar mücadelesinin verildiği ilk mikro alan olan beden, Atwood’un hayalini ürettiği Gilead Cumhuriyeti’nde de kontrol edilmeye çalışılıyor. Tıpkı gerçekteki gibi.
The Handmaid’s Tale Üç Farklı Tepki ile Karşılandı
1985’te Kanada’da, 86’da Amerika ve İngiltere’de yayımlanan The Handmaid’s Tale’ın o yıllarda aldığı tepkiler ile sizlere kapı açmak istiyorum. Margaret Atwood, birçok röportajında bu örneği veriyor. Hikaye, bir iç savaş yaşamış ve bir diğerini yaşama endişesi olmayan İngiltere’de “hoş bir hikaye” olarak karşılanırken, özgürlüğün ülkesi Kanada’da “Böyle bir şey olması mümkün mü?” tepkisi almış. Amerika’da ise insanlar kitabı okuduklarında “Ne kadar zamanımız kaldı” demiş. Atwood, okurların kendisine “Bu hikaye Orta Doğu ile mi ilgili” diye sorduğunu söylüyor ve verdiği cevap duymak istemediğimiz gerçeği yüzümüze vuruyor. “Bunlar dünyanın her yerinden örneklerin toplamı. Tek yapmamız gereken tarihte 100 yıl geriye gitmek.” The Handmaid’s Tale’ın yarattığı ilginin nedeni de bu, üstelik bazı ülke vatandaşlarının tarihe dönüp bakmaya bile gereği yok ne yazık ki… Dizinin, kitabın görmek istenmeyen bazı gerçeklere ayna tuttuğu da aşikar. George Orwell’ın, 1946’da kaleme aldığı bazı satırlara burada yer vermenin uygun olduğunu düşünüyorum. Orwell, gerçeklikten kaçınmanın sonuçlarının her yerde aynı olduğunu vurguluyor. Propaganda ile insanların karşılarındaki gerçeğe karşı körleştiğini anlatıyor. Burnunuzun önündeki gerçeği görmeniz için sürekli bir mücadele içinde olmanız gerektiğini söylerken, bunun için günlük tutmayı veya önemli olayları notlamayı öneriyor. Bu mücadelenin bir parçası olarak Margaret Atwood’ın 1980’lerde Reagan politikalarından aldığı ilhamla bu notları düştüğünü ve hikayeyi kaleme aldığını hatırlamakta fayda var.
Distopyanın gerçekten bu kadar beslendiğini ve geçen 40 yılda kadın bedeni üzerinden geliştirilen muhafazakar politikaların daha yüksek sesle söylenebildiğini görmek sanırım izleyiciyi/okuru daha da derinden sarsıyor. Evet, Gilead diye bir yer yok. Dizide söylendiği gibi “Gilead senin içinde”, hepimizin içinde. Gilead tarihte, bugünde, ne yazık ki gelecekte… The Handmaid’s Tale, bize yolumuzda var olan büyük delikleri gösteriyor. Birkaç yanlış adım atsak içine düşebileceğimiz delikleri… Atwood’un muhteşem kaleminin baz alındığı hikayesi, aldığı onlarca ödül, mükemmel oyunculukları, kusursuz renk seçimi ve etkileyici yönetmenliği bir yana, bu nedenle bu diziyi izlemelisiniz.
İyi seyirler…
The Handmaid’s Tale her hafta Amerika’daki yayınından yalnızca 1 gün sonra, yeni bölümleri ile Blu TV’de.