Sinema hayatımızın bir parçası olduğundan beri kadınlar ya oyunculuklarıyla ya da yönettikleri filmlerle her zaman bir şekilde arka planda yansıtıldı. Ancak bazı kadınlar var ki buna meydan okuyup seslerini duyurmayı başardı. Bugün, sadece erkeklerin film yönetmeni olabildiği klişenin ötesinde kadın yönetmenler de yaptıkları filmlerle kendilerini ispat ederek var olduklarını gösteriyor.
Piyano- Jane Campion (1993)
Yeni Zelandalı yönetmen Jane Campion tarafından seyirciyle buluşan Akademi ödüllü film, kadını ve toplumsal yapıyı işleyişiyle büyük bir beğeni aldı. Feminist yönetmen filmlerinde kadın sorunlarını işlemesiyle dikkat çekerken; ataerkil, şiddet ve sosyal dışlanmışlara maruz kalan kadının iç sesini kameraya yansıtmakta da oldukça başarılı.
İlk bakıldığında filmde basit bir aşk üçgenin anlatıldığı düşünülse de aslında topluma, kadın ve erkek ilişkilerine dair çok fazla şeyi görmek de mümkün. Filmde, babası tarafında bir tüccarla evlendirilerek Yeni Zelanda’ya gönderilen Ada (Holly Hunter) ve kızının (Anna Paquin) hayat mücadelesi anlatılıyor. Dilsiz olan Ada’nın tek sesi ise piyanosu. Eşi Stewart (Sam Neill), Ada’nın piyanosuna karşı duyduğu tutkuyu anlayamayacak kadar basit ve sert biri. Stewart’in arkadaşı Baines (Harvey Keitel) ise tamamen farklı. Maori olan Baines, Ada’yı gördüğü andan itibaren ona karşı olan hassasiyeti ve aşkıyla onu anlayan tek kişi. Ada’nın Baines’e piyano dersi vermesiyle aralarında gelişen arkadaşlık kısa süre içinde aşka dönüşür. Belki de Ada için şimdiye kadar hiç tatmadığı bir duygu. Stewart’in ilişkiyi öğrenmesi ise Ada ve Baines’in aşkına engel değil. Belki de izleyen herkesin beklediği bir son bu. Ancak yönetmenin içinde sakladığı duygular ve vermek istediği mesajlarla izlenmeye değer bir film doğrusu.
Küçük Kadınlar- Gillian Armstrong (1994)
Avustralyalı yönetmen Gillian Armstrong’un Louisa May Alcott’un otobiyografi romanından uyarladığı film, dört kız kardeşin hikayesini konu alır. Babaları İç Savaş’tayken anneleri tarafından zor şartlarda büyütülen Jo, Meg, Beth ve Amy’nin birbirleriyle ve erkeklerle olan hikayesi sürükleyici ve sevgi dolu bir dille anlatılıyor. Şimdilerin bilinen oyuncuları Christian Bale, Kristen Dunst, Susan Sarandon ve Winona Ryder ise o yıllarda gösterdikleri büyük performanslarla dikkat çekmiş.
Matrix – Lilly and Lana Wachowski (1999)
Wachowski kardeşlerin kaleminden çıkan ve tüm dünyada 90’li yılların sonunda büyük ses uyandıran film, akılların ötesinde kurgusuyla o zamana kadar çekilmiş filmlerden çok farklı. Distopik bir geleceğin anlatıldığı filmde Neo (Keanu Reeves) olarak da bilinen Thomas Anderson usta bir hacker. Neo, Morpheus (Laurence Fishburne) ile tanışarak kendini bir komplonun için bulur ve ona güvenmek zorundadır. Bu da gerçek olarak bilinen dünyanın aldatmadan ibaret olduğunu gösterir. İnsanlığın aslında uzaydan gelen yaratıkların kölesi olduğu düşünülen düzeni yıkmak için Neo, Trinity (Carrie-Anne Moss) ve Morpheus ile birlikte iş birliği yaparak bir gruba katılır. Filmin getirdiği başarı sonraki yıllarda çekilen iki devam filmiyle tekrar vizyona geldi.
Filmin dışında küçük bir ayrıntı vermek gerekirse de Wachowski kardeşler aslında erkek olarak doğup sonrasında cinsiyet değiştirerek kadın olmaya karar veren iki önemli yönetmen. Lana 2000’lerinde başında ameliyat olmasına rağmen, Lilly ise 2016 yılında yaptığı bir açıklamada cinsiyet değiştirdiğini açıklamıştır.
Amerikan Sapığı – Mary Harron (2001)
Kanadalı yönetmen, erkeklerin hedonistik düşüncelerini kadın bakış açısıyla yansıtmayı başararak Hollywood’un en iyi bilinen filmlerinden birine imza atıyor. 1991’de Bret Easton Ellis’in “Amerikan Sapığı” romanından uyarlama olan film, Walt Street’te çalışan zengin ve yakışıklı iş adamı Patrick Bateman’in gizemli hayatını konu alır. Görünüşte her şey normal gibi gözükse de aslında insanlara duyduğu karşı konulmaz öldürme isteği onu seri katile dönüştürür. Özellikle kadınlarla olan cinsel ilişkileri ve sonrasında işlediği cinayetlerle tamamen kontrolden çıkan Bateman’in bu yönünü hiç kimse bilmemektedir. Seks, para ve diş görünüş ne olursa olsun her zaman daha fazlasını isteyenler olmuştur dünyada. Christian Bale’in filmdeki oyunculuğu ise büyük bir dikkat çekerek onu Hollywood’un aranan oyuncularından biri haline getirdi.
Bridget Jones’un Günlüğü – Sharon Maguire (2001)
İngiliz yönetmenin ilk uzun metraj filmi olan ve Henry Fielding’in aynı isimli romanından uyarlama olan film, olgunluk yıllarında hayatını hala yoluna koyamamış ve bunun için ne yapacağını bilemeyen Bridget Jones’un hayatını anlatıyor. 32 yaşında olan Bridget (Renée Zellweger), hayata karşı ne yapması gerektiğini kendisine hatırlatmak için bir günlük yazmaya başlar. Eğlenceli, erotik ve maceralarla dolu birçok konuyu anlattığı günlüğünde hayatın fark edilmemiş yönlerini de keşfetmeye hazır. Önceleri hayatının aşkını bulamayan Bridget, o noktadan itibaren kendisine aşık iki erkek arasında kalır. Dürüst, göz kamaştırıcı bir erkek mi yoksa güvenilmez olmasına rağmen çekici olan bir erkek mi?
Filmin başarısı sonraki yıllarda Bridget’in yaşadıklarını anlatan iki devam filmiyle tekrar beyaz perdeye aktarıldı.
Frida – Julie Taymor (2002)
Yönetmen Julie Taymor, Meksikalı ressam Frida Kahlo’nun (Salma Hayek) politik ve kişisel hayatını gözler önüne taşıyor. Filmin başarısı hem Salma Hayek’e hem de filmin kendisine Akademi ödülü olmak üzere önemli birçok ödül kazandırdı. Film, Frida Kahlo’nun ressam olarak ilk yıllarını, eşi Diego Rivera (Alfred Molina) ile olan ilişkisini ve geçirdiği trajik yıllarını konu alır. Frida hayatındaki zorluklara göğüs gererek kendine has resim tekniğiyle o dönemde sıyrılmayı başarmış muhteşem bir ressam. Film, adeta belgesel tadında ince ayrıntılarla işlenmiş. Sürükleyici dokusuyla izleyenleri kendine çekmeyi başaran bir film doğrusu. Dip not: Salma Hayek’in filmdeki başarısı öyle çok takdir edilip beğenilmiş ki Frida Kahlo’nun gerçek hayattaki yeğeni Kahlo’nun kolyelerinden birini ona hediye etmiş.
Julie & Julia – Nora Ephron (2009)
Yazdığı senaryolarla üç defa Akademi ödülüne aday gösterilen Nora Ephron’un yazıp yönettiği film, iki kadının hayatını ortak bir amaçta bir araya getiriyor. Romantik komedilerin sevilen yönetmeni filminde sıcak ve samimi bir konuyu ele almakta oldukça başarılı. Gerçekliği kurguda birleştirdiği bu komedi filmde ünlü aşçı Julia Child (Meryl Streep) ve yaptığı işten dolayı mutlu olmadığı için yemek yazarı olmaya karar veren Julie’nin yazarlığa uzanan başarı hikayesi anlatılır. Julie (Amy Adams), Julia Child’in yemek tariflerini topladığı kitabı alıp yemek yazarı olma yolunda işe koyulur. Amacı açtığı blogta her gün yeni bir tarif yapıp deneyimlerini yazmak. Denenmesi gereken yüzlerce tarif ve kendisine koyduğu büyük bir hedef yolunda hırsla devam eder. Film, geri dönüş anlatımıyla Julia Child’in aşçılık serüvenindeki ilk yıllarını ve yaşadıklarını anlatırken bir taraftan da günümüzde Julie’nin Julia Child yolundaki ilerleyişini gösteriyor. Meryl Streep her filminde olduğu gibi bu filmde de usta oyunculuğuyla kendinden söz ettirmeyi başarmış.
Karlar Ülkesi – Jennifer Lee ve Chris Buck (2013)
2014 yılında kazandığı En İyi Animasyon dalında Akademi ödülüyle büyük başarıya imza atan Disney filmi, küçük büyük herkes tarafında oldukça sevildi. Jennifer Lee ve Chris Buck ortak yönettiği filmde, buzlar kraliçesi Elsa ve kardeşi Anna’nın birbirlerine olan sevgi dolu hikayesi anlatılır. Elsa’nın kontrol edemediği bir gücü vardır. Yanlışlıkla dokunduğu her şeyi buza çevirir. Bir gün tüm krallığı buza çevirir ve terk eder. Kardeşinin pesine düsen Anna ise onu bulmak için yol arkadaşı usta dağcı Kristoff, sadik Ren geyiği Sven ve Olaf ile birlikte macera dolu bir yolculuğa çıkarlar. Hem Elsa’yı hem de krallığı bu lanetten kurtarmak için tehlikelerle yüzleşmeye hazırlar.
Uğur Böceği – Greta Gerwig (2017)
Amerikalı oyuncu Greta Gerwig, bu defa izleyicisiyle yönetmen koltuğunda buluşuyor. Yazıp yönettiği filmi “Uğur Böceği”, oyuncuları ve konusuyla Hollywood’a farklı bir ses getiriyor. 5 dalda Akademi ödülünde aday gösterilen film, görünüşte sadece anne-kız ilişkisini anlatsa da filmin içeriğinde verilen mesajlar filme farklı bir renk katıyor. Christine McPherson (Saoirse Ronan), kendi deyimiyle “Uğur Böceği” lise son sınıfta okuyan yaşadığı toplumdan sıyrılıp özgürlüğünü eline almak isteyen bir genç. Babasının ölümünden sonra annesi Marion (Laurie Metcalf) ile yaşadığı zıtlaşmalar, sosyal hayatındaki zorluklar ve ergenlik sorunları onu bunalıma çekmeye yeter. Yaşadıkları Sacramento’dan uzaklaşmak için New York’ta okumaya karar veren Uğur Böceği için kaçış tek doğru gibi gözükse de zamanla annesinin kanatları altında yaşamayı ve onunla olmayı özler. Yönetmen, oyuncu seçiminde Saoirse Ronan’nın yanı sıra Lucas Hedges, Timothee Chalamet ve Beanie Feldstein gibi genç oyuncularla birlikte çalışarak başarılı bir filme imza atmış demek yalan olmaz.
Anaokulu Öğretmeni – Sara Colangelo (2018)
İsrailli yönetmen Nadav Lapid’in 2014 yılındaki filminden uyarlama olan film, Sara Colangelo’nun kamerasında tekrar vizyona geliyor. Anaokulu öğretmeni olan Lisa Spinelli (Maggie Gyllenhaal) sanata olan tutkusuyla oldukça entelektüel bir kadın. Ancak hayatına baktığında onu ne kocası ne de çocukları anlar. Şiir dersi alarak hayatına farklı bir renk vermeye çalışsa da istediği gibi gitmez. Bir gün okuldaki öğrencilerinden birinin ezbere şiir okuduğunu duyduğunda şoke olup anlam veremese de zamanla Jimmy’nin (Parker Sevak) diğer çocuklardan farklı bir yeteneği olduğunu anlar. Jimmy’i zamanla takıntı haline getiren Lisa, bu yeteneğin kaybolmaması için tehlikeli adımlar atarken hayatında sahip olduğu şeyleri de kaybetmeye hazırdır. Film, 2017 Sundance Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülüne layık görülürken, 2018 yılında Toronto Film Festivali’nde de seyirciyle buluştu.