2019 Temmuz’un kalabalık bir vizyon haftasında, kendisine ‘festival sineması’ kadrosuyla yer bulan Colette, (Fransız) edebiyat dünyasının gerçek ve de bir o kadar sansasyonel bir hayat hikayesine dayanıyor.

Sidonie Gabrielle Colette. 1873’te Güney Fransa taşrasında (Saint-Sauveur-en-Puisaye) doğdu ve henüz genç taze bir kır çiçeği iken yolu Henri Gauthier Villars ile kesişince taşradaki köy hayatı kökten değişti. Film, sadece edebi anlamda değil Fransız sanat ve gösteri dünyası açısından da kıymetli bir isim olan Collete’in ünlü roman serisi ‘Claudine’ni yaratım sürecine ve pek tabii kocasıyla olan/olmayan çalkantılı ilişkisine mercek tutuyor.

Salt Avrupa’nın değil dünya tarihinin de baştan yazıldığı bir dönemde, 19.yüzyıldan 20 yüzyıla geçişin, tsunami misali gelen sosyal değişimlerin kucağında, kocasının ataerkilliğine teslim olmayı reddedip, kendisini her anlamda yeni baştan yaratan bir kadından söz ediyoruz. Tabii bu süreç bir günde bir anda ve de acısız olmuyor. Taşrayı temsil eden uzun ve örgülü saçlarıyla evlenip, Paris sosyetesinin kalbine yerleşen Gabrielle, kabuğunu yazarak daha da çok yazarak kırıyor; önce en iyi bildiği şeyden, kendisinden başlayarak yola çıkıyor ve yaşamını yalın bir dille anlatan Claudine karakterini yaratıyor. Claudine okula gidiyor, Paris’e gidiyor, evleniyor ve başka bir kadına aşık oluyor! Fakat tüm bu seri Sidonie Gabrielle Colette, adıyla değil “Willy” adıyla basılıyor; yani kocası Henri, Collete’in yazabilme ve dahası çok okunan bir yazar olma kabiliyetinin üstüne yatıyor!

Başrol Collete olarak, kadın karakter dönüşümünün gediklisi Keira Knightley ‘yi seyrettiğimiz film, 20. Yüzyılın en sıra dışı figürlerinden olan Sidonie Gabrielle Colette’i daha yakından tanımamız için 110 dakikalık bir giriş özeti geçiyor. Bir diğer dramatik kadın hikayesi olan Unutma Beni (2014) filminin yönetmeni olarak tanıdığımız ve işin mutfağından gelen Wash Westmoreland’ın rejisi, açıkça Collete’nin tarafını tutuyor; çok da iyi yapıyor. Bu tutumun tarihsel gerçeklikten uzak olduğunu hiç kimse iddia edemez. Bu noktada bir övgü de Dominic West’e gelsin. 1900’lerin tüm ataerkil bencilliğini her hücresinde taşıyan Willy karakterini gayet kanlı canlı biçimde beyazperdeye aktarmayı başarıyor. Taşra kızı Gabrielle’in yazar Collete’e dönüşümü oradan da ‘gerçek Claudine’i sahiplenmesi yapım tasarımı olarak da iyi kotarılıyor.

Memleket salonlarında Başka Sinema sayesinde kendisine perde bulan Collete filminden yola çıkarak, başarısı hayatlarındaki erkeklerin gölgesinde kalmış olan üretken kadınların hayatlarını ele alan sinema örneklerine yaratıcılarının hikayeleriyle kısa olsa da değinmek istedik:

Big Eyes : “Eseri kadın ortaya koysun, kaymağını erkek yesin!” gerçekliğinin sanat camiası açısından en bilinen örneklerinden biri de Amerikalı ressam Margaret Keane’nin öyküsüdür. Büyük bir tutkuyla ve yetenekle resmettiği ve tablolardaki figürlerin iri gözleriyle, o gözlerdeki derinlikli bakışlarla tanınan tabloların ressamı, altına attığı kocasının soyadı olan ‘Keane’ imzası sebebiyle on yıllarca gizli artist olarak sessizliğini korumuş ve Walter Keane’nin şöhretin tadını çıkarmasını karşıdan seyretmiştir. Neden? Çünkü kimse altında bir kadının imzası olan bir tabloyu satın almaz; onun yaptığına inanmaz bile! Tıpkı Collete’e kocası Willy’nin dediği gibi: “Kadın yazarlar satmaz!”. Tim Burton’ın animatik dünyasıyla beyazperdeye aktarılan bu dramatik öyküde, hatırlayacağınız üzere Amy Adams ve Christoph Waltz hikayenin başrollerini paylaşıyordu. Öykünün sahibi Margaret Keane’nin gerçekleri ancak 1970’li yıllarda açıkladığını, eski eşi Walter (2000 yılında yaşamını  kaybetti) ile tabloları için davalık olduğunu, kendisinin ise 91 yaşında ve şu an halen hayatta olduğunu ekleyelim… Adaletin öteki bu yaşamda yerini bulması önemli…

Camille: Son iki yüzyılın tartışmasız en çarpıcı heykeltraşlarından, Fransız deha Rodin de modelleri dahil çevresindeki kadınlara çok çektirmiş bir erkekti. Her hafta başka bir fahişeyle aldatılsa da, atölyeden evin bir köşesine çekilse de hep yanında olan Rose Beuret bir yana, yeteneğinden çok etkilendiği, atölyesine aldığı ve sonrasında akıl hastanesine yatırılmasında en büyük etkenlerden biri olan Camille Claude diğer yana… Camille Claude’un Rodin’in uzattığı el ile Rodin’in gölgesinde var olma sonra da o pelerini sıyırıp atıp kendi çabasıyla heykeltıraş olma mücadelesinin yanı sıra, sanatın sanatçı da yaratığı paranoyayı çarpıcı biçimde alan bir yapımdır 1988 tarihli Camille Claudel filmi. Yapım, Isabelle Adjani ve Gérard Depardieu’nun oyunculuklarıyla zirveye çıkar. Bu trajik yaşam öyküsünün ikinci perdesini yani akıl hastanesi bölümünü beyazperdeye aktaran 2013 yapımı Camille Claudel, 1915 filmi ise işin gerçekliğine farklı bir boyuttan ve Juliette Binoche’un performansı açısından bakmaktadır. Her iki film de karşılaştırılarak seyredilesi…

Slyvia : Yazık oldu Sylvia Plath’e… Şiirlerinin edebi değeri henüz hayattayken takdir edilen, çok uzun soluklu olmasa da bunun mutluluğunu yaşayan Slyvia Plath’in yaşamı Cambridge’te tanışıp aşık olduğu ve kısa süre içerisinde evlendiği Ted Hughes’un ablukasında şekillendi desek çok da yanıltıcı olmaz herhalde. Ruhunun kırılganlığını genç yaşında hisseden ve bir şekilde fark edilmek arzusunda olan kadın şair, üretken günlerinden sonra kendisini bir anda annelik, ev işleri ve Hughes’un şöhreti ve de boyunduruğu bulur. Üstüne bir de Hughes’un ilişkisi ortaya çıkınca, psikolojisi hepten dağılır Sırça Köşk’teki kadının…  Christine Jeffs’in rejisiyle 2003’te  Gwyneth Paltrow’un hayat verdiği Slyvia ile beyazperdede öyküsü izlediğimiz, 20 yüzyılın en önemli feminist kalemlerinden biri olan Slyvia Plath’in yaşam öyküsü farklı bakış açılarından şüphesiz birden fazla kez ele alınmayı hak ediyor..

The Wife: Kurgusal bir hikaye olsa da yukarıda sıraladığımız gerçek hayat hikayelerinden şüphesiz ki beslenen bir senaryo var karşımızda. 40 sene boyunca yarattığı karakterleri, hikayeleri kendi yaşamıyla harmanlayıp kağıda döken bir kadın ve onun kelimelerinin, cümlelerinin, duygularının altına imzasını atıp, dünya çapında ünü kucaklayan bir koca! Her ne kadar başta, -henüz gençken ve paraya ihtiyaçları varken- teklif kadın tarafından gelmiş olsa da Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülme noktasına kadar çıkan bir edebi dil ve şöhret söz konusu. Dünya aleme karşı yalanlarla örülü bu düğümün yanı sıra, kadın cephesinin 40 sene tüm çalkantılarını, hor görülmeyi ve başarısının alkışlanmamasını içine atması, sindirmesi mevzu var ki insan o noktada biraz dönüp senaryo akışına kızmıyor değil. Neden 20 sene önce değil de şimdi? Yine de Glenn Close ve Jonathan Pryce’ın üstün oyunculuklarıyla sivrilen, konuya dair örnek bir yapım.

Duygu Kocabaylıoğlu
Egeli bir ailenin ilk kızı olarak 1984’te İstanbul doğan Duygu Kocabaylıoğlu Arazlı, lise eğitimini İzmir Bornova Anadolu Lisesi’nde tamamladı. Lisans eğitimindense, İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nden 2007’de Edebiyat Uyarlamalarının Sinemadaki Yansımaları üzerine hazırladığı bitirme projesi ile mezun oldu. İlkokul çağında başlayan edebiyat sevgisini görsel sanatlarla birleştirdi ve Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema Bölümü’nde yüksek lisans eğitimini sürdürdü. Türkiye’de ilk kez ele alınan Polonya Sinemasında Ahlaki Kaygı Sineması bitirme projesi ile 2010’da yüksek lisans eğitimini tamamladı. Kısa film senaryo ekiplerinde, web sitesi projelerinde yer aldıktan sonra 2010 Ekim ayında Beyazperde.com sitesinin editör kadrosuna katıldı. 6 yılı aşkın süre dizi, sinema editörlüğü, proje yönetimi ve genel yayın yönetmenliği pozisyonlarını sürdürdüğü Beyazperde.com’dan 2017 Mayıs ayında ayrıldı. Sinema yazılarına Beyazperde’nin yanı sıra Popüler Sinema, Cine Dergi ve Öteki Sinema gibi farklı yayın organlarında sürdürmektedir. Sinema dışında en çok bisiklet sürer, koşar ve Heybeliada’nın tadını çıkartır. Evli ve bir ayağı İzmir’de olan Arazlı, sinema-kültür projelerine çok yönlü devam etmektedir.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.