Bir sanat eseri ortaya çıkaranların yaşamlarına tanıklık etmek benim için iyi bir deneyim oluyor. Rock yıldızlarının ünlü olduktan sonra yaşamlarının neredeyse aynı çizgide gittiğine ne yazık ki tanık olduk, o yüzden daha gerilere gitmek, daha derinlere inmenin bana daha iyi geldiğini düşünüyorum. Yaratım sürecinin dehlizlerinde kaybolan, yılmayan, zorlanan ama sonra büyük patlamayı yaratan yazarlar, besteciler, şairler… Bu kez daha çok Hobbit ve Yüzüklerin Efendisi gibi kitaplarını bildiğimiz fantastik edebiyatın önemli isimlerinden J.R.R. Tolkien’in dünyasına sızmayı başardık. Yönetmen Dome Karukoski bize ünlü yazarın çocukluk, gençlik yıllarını, dostluk ve tek bir kadına olan aşkını anlatıyor. Ve bir de savaş yıllarını tabii ki, kendisini kara bir duman gibi kuşatan ve belki de yazarlık hayatına etki eden savaş yıllarını… O dönemin atmosferine bakıyorum da çoğu kez karamsar bir tablo var, savaş da bunun üzerine sürekli acılarını yolluyor.
Okul döneminde kurduğu dostluklar, özellikle dört arkadaşın farklı sanat dinamikleriyle hayata karşı koymak için birbirine sıkı sıkı sarıldığı yıllar, neredeyse ömür boyu, ölüm onları ayırana dek devam ediyor. Savaşta iki yakın dostunu kaybeden Tolkien için bu da dönüm noktalarından birisi. Edith ise hayatının aşkı! Kelimeler, dil ve edebiyat üçlüsünün yarattığı muazzam dünyalar. Bizim dünyamız ve onun muhteşem bezenişlerle ortaya çıkan ve sürekli genişleyen, beslenen muhteşem orta dünyası! 1937 yılında yayınlanan The Hobbit’le başlayan ve ölümüne kadar devam eden bir çabanın oluşum aşamalarını adımlıyoruz biz de Birmingham sokaklarından, Oxford’a kadar uzanan inişli çıkışlı çizgide! Tabii böyle bir hayatı sinemaya taşımak, kelimelerin gölgesinde bir dünyayı inşa etmeye çalışmak zorlu bir sınav olsa gerek.
Eksik de olsa Tolkien’in heyecanını, onu orta dünyayı inşa etmeye hazırlayan doneleri sunuyor film. Kendisini yoklukla, dostlukla, ekonomik buhranla, savaşla, aşk acısıyla çevrelemiş bir adamın yaratım sürecini de algılatıyor film bir yandan. Tolkien’in kendi biyografisine dair çok şey söyleyen film, hızlı geçişlerle bizi sona ulaştırma gayretinde bir yandan da bunu kabul ediyorum. Filmde neredeyse boş geçilen, entelektüel muhabbetten nasibini almayan sahne yok gibi, bu da iyi geliyor ama orta dünya hayranları haklı olarak soracaklardır: Hani orta dünya!
Biraz savaş sürecinde sanrılarla o dünyaya ait doneleri önümüze getiriyor yönetmen!
Kelimelerin taşıdığı önem, onların sesleri değil de anlamlarıyla varoluşuna dair söylemler, başka bir dilin hakim olduğu bir dünya yaratmak ve o dünyayı besleyecek detayları sürekli çoğaltmak… Bunu ilerleyen zamana karşı çok çok öncesinin dünyasını tasarlayarak yapması da takdire şayan. İlk kitabı Hobbit çıktığında ne yazık ki dikkate alınmayan yazar Yüzüklerin Efendisi’yle neredeyse bir tokat etkisi yaratıyor. Hobbit elbette belki de kendi çocukları için yazdığı bir dünya algısı olabilir ama Yüzüklerin Efendisi’nde iyice oturmuş bir orta dünya algısı var! Belki yazarın bu süreçleri de filme çekilir kimbilir, neden olmasın!
Nicholas Hoult bir Tolkien olmak için elinden geleni fazlasıyla ortaya koymuş. Film biraz biyografik hızlılıkla bize bir adamın hayatını yansıtmaya çalışmış olsa da, ben kendi adıma keyifle izledim ve insanın yaşadıklarından beslendiğine ve buna iç dünyasının kapılarını sonuna kadar açtığında kendisine ait bir dünya yaratacağına tanıklık ettim. Elbette filmin aktarımı bu kadar yoğun değil ama ben de kendi dünyamın kapılarını açtım film için!