Big Little Lies ikinci sezonu ile ekranlara geldi ve veda için hazırlanıyor. İlk etapta 1 sezon düşünülen, izleyici ilgisiyle ikinci sezonu yazılan dizi, bildiğiniz üzere bir roman uyarlaması. İlk sezon Reese Witherspoon, Nicole Kidman, Shailene Woodley, Zoë Kravitz’i başrollerde buluşturuyordu. Emmy ve Altın Küre dahil onlarca ödül alan işin, ikinci sezonunun bombası ise usta oyuncu Meryl Streep oldu. 7 bölümden oluşan ikinci sezon için 7 farklı final çekildiği ise geçtiğimiz günlerde açıklandı. Dizinin hem yapımcılarından biri hem de oyuncusu olan Reese Witherspoon Hürriyet Gazetesi’ne verdiği röportajda tartışmalar sonucu, kendilerini izleyicinin yerine koyarak finale karar verdiklerini ve dizinin bu şekilde kurgulandığını açıkladı. Finale doğru ilerlerken, dizinin ikinci sezonuna yakın mercek tutmak istiyorum.
(Bu yazının odağı Perry karakteri ve onun şiddet eğilimi, ikinci sezonun tüm dinamiklerini anlatmak için maalesef yerimiz yok. Yazıyı kaleme aldığımda, 2. sezonun yayınlanan ilk 3 bölümünü izlediğimi de not düşmem gerek)
Geçmişi Tamir Edebilir Misiniz?
Big Little Lies, ilk sezonunda bir travmanın izini sürerek izleyiciyi faile doğru yaklaştırıyordu. Sezon finalinde olayın failinin öldürülmesini gördük. İkinci sezon ise bu noktadan açıldı. Depremin ardından kalan yıkıntılar, yaşanan artçı sarsıntılar ikinci sezonun konusunu oluşturuyor. Sanki bir örümcek ağının üzerinde ilerler gibi temkinli, gergin ve dikkatli ilerliyorsunuz bölümler boyunca. Üstelik bu kez izini sürdüğünüz bir katil değil, şiddetin anatomisi. İzlerken aklınızda şu soru geziniyor, “Ne yaparsan yap, geçmişi tamir edebilir misin?”
Perry’nin ölümü yani failin yok oluşu şiddetin etkilerini silmiyor. Celeste hala kabuslar görüyor ve bunlardan kendini suçluyor. Jane’i izlerken anlıyorsunuz ki, bir kötülüğün bedelinin ödenmesi mağdurun yaralarını iyileştirmiyor. Kötülüğün kendisi bir yara gibi bedeninize çöreklenip kalıyor. Yapandan bağımsızlaşan, bir aile üyesi gibi evinizin odalarına yerleşen bu travma, failin benliğini aşıyor. Kişinin mevcudiyetinin ötesinde yeni bir varlık yaratıyor.
Meryl Streep, Dizide Ataerkilliğin Vücut Bulmuş Hali
Her karakterin bugün varoluşuna neden olan aile örüntüleri ikinci sezonda bölümler içinde önümüze seriliyor.
Perry’nin cinselliği bir güç alanı olarak gören ve evliliğinde şiddeti “kendince” meşrulaştığı bir alan haline getiren eğiliminin temelinin bu anne (Mary) karakterinde olduğunu görüyoruz. Zorba çocuklarla arkadaşlık ederek hayatta kalmanın yolunu bulan Mary’nin yetişkinliğinde de mükemmeliyetçi, sürekli eleştiren ve suçlayan tavırda olması şaşırtmıyor. Elbette bu annenin bir çocuk ve eş kaybının ardından oğlu Perry’e yaslanması ve ona muhtemelen kendini değersiz hissettirerek kendi güçsüz kişiliğini onarması Perry’nin de bugünkü trajedisinin kaynağı. Perry’nin sürekli aşağılandığı anne ilişkisini adeta kamufle etmek istecesine diğer kadınlarla kurduğu güç ilişkisinde iktidarı şiddetle sağlaması tesadüf değil. Bir kadına tecavüz eden, eşini yıllarca şiddetle evliliğe mahkum eden Perry, böylelikle kendi değersizlik hissini perdeliyor. Perry, tecavüz ederek Jane’in bedenini işgal ederken, Celeste’i ise kendine mahkum ederek hayatını zapturapt altına alıyor. Dizinin Celeste’in annesinin öldüğünü ve babası ile arasının kötü olduğunu öğrendiğimiz flashback sahnesinde, Perry’nin “o zaman tamamen benimsin” demesi bu nedenle anlamlı. Bu onun için bir işgal fermanı…
Celeste’in çocuklarının şiddet eğilimi, izlerken sizlere kötülüğün genetiğini sorgulatıyor. Şiddet kötücül bir miras gibi nesilden nesile aktarılıyor mu? Sorunun yanıtını, Meryl Streep’in canlandırdığı Mary Louise yalnızca varlığı ile veriyor. Şiddete sebep olan tek şey genetik değil, bazen fiziksel şiddet bazen ise sevgisizlik veya değersizlik oluyor. Ve evet, bazen tohumları önceki nesillerden atılıyor. Mary, dizide Perry’nin kötülüğünün tohumlarını atan kişi olarak konumlanıyor. O, ataerkil düzenin iskeleti olarak ekranda, bir kadın, erkek, anne veya baba olmaktan öte… O bir düzeni temsil ederek dizide bulunuyor. Big Little Lies, kadınların coğrafyadan, statüden, sınıflardan azade maruz kaldığı trajedileri anlatıyor bize.
Big Little Lies Şiddeti Meşrulaştırıyor mu?
Dizinin ikinci sezonu hakkında yazılan birçok yoruma baktığımda, Perry’nin kötülüğünün meşrulaştırılmaya çalışıldığı eleştirisine denk geldim ve açıkçası bu kadar sığ bir okuma yapıldığı için üzüldüm. Perry dizinin kötü adamı evet. Tüm olayların fitilini ateşleyen onun şiddet eğilimi. Yalnız kötülük öyle dışarıda bir yerde “trafi canavarı” veya “şeytan” gibi var olan, ruhumuzu ele geçiren bir şey değil. Lucifer gelip kötülüğü kulağımıza fısıldamıyor. Kötülük halihazırda eşyanın tabiatında var, genetik yatkınlığın (psikiyatrik problemden bahsediyorum) yanı sıra insanoğlu kötü olmayı da öğreniyor. Perry, Mary Louise gibi bir annenin oğlu olmasaydı, kötü olacak mıydı?
Hayır, BLL şiddeti meşrulaştırmıyor. Şiddet uygulayanın bizden uzak bir canavar olmadığını, içimizden biri olduğunu, şiddetin bir anda ortaya çıkmadığını, sebepleri olduğunu ilan ediyor. Bu nedenle şiddeti uygulayan öldüğünde şiddetin kendisi ölmüyor, aksine şiddet kendini yeniden üretiyor. Trajedi Mary’nin babasının onu zorbalarla arkadaş etmesinden başlıyor. Mary’nin iletişimini aşağılama üzerine kurmasına ve oğlu Perry’nin şiddeti iktidar kurma aracı haline getirmesine kadar uzanıyor. Sonrasında ise Perry’nin ikiz çocukları şiddet ile iletişim kuran birer birey olarak büyüyüyor. Şiddet bir çığ gibi ilerliyor. Bu faili meşrulaştırmak mı size kalmış. Elbette fail suçlu, nedenlerini görmeden, “Perry bir canavar” demek ise BLL gibi derin anlatılar için sığ kalıyor. İkinci sezon, ilk sezonda düşüşünü gördüğümüz çığın nasıl yuvarlandığını hikaye ilerlerken alt metinde gösteriyor.
Ufak Tefek Cinayetler, Neden Big Little Lies Olamadı?
Biliyorsunuz, Big Little Lies ülkemizde de Ufak Tefek Cinayetler dizisine ilham veren işlerden biri. Ancak iki dizi arasındaki fark ikinci sezonu izlerken daha da belirginleşiyor. Big Little Lies’ı izlerken kadınların savaşını izliyoruz. Tek yumruk olan, haksızlığa, tecavüze, şiddete karşı birlikte savaşan kadınların hikayesine tanık oluyoruz. Öyle ki ilk sezon Perry karşısında gözünü kırpmayan karakterlerin, ikinci sezonda eril kültürün simgesi olan kadın karakter, Mary karşısında dik duruşuna şahitlik ediyoruz. Ufak Tefek Cinayetler’de izlediğimiz ise her biri yaralı kadın karakterlerin birbirinin kuyusunu kazmasına şahit olduk. Bu da bir tercih elbette, başarılı da bir iş olduğunu düşünüyorum. Ancak UTC başladığı dönem sıkça BLL ile arasında benzetme yapıldığı için belirtme ihtiyacı duyuyorum. İki dizi arasındaki fark çok net. Birinde birlikte kaf dağının arkasına uçan simurg kuşları, diğerinde akbabalar var.
Ataerkillik karşısında pozisyon alan kadın karakterleri konuşurken, dizi hakkında röportaj veren Meryl Streep’in “toxic masculanity” yani “zehirli erkeklik” olarak çevirebileceğimiz ve son zamanlarda hayli popülerleşen terim hakkındaki görüşünü de paylaşmak istiyorum. Streep sorunun erkeklik veya kadınlık değil, “insanlık” üzerinden ele alınması gerektiğini vurguluyor. Her ne kadar diziden bahsederken kadınlık ve erkeklik vurgusunu hikaye gereği kullanma gereği duysam da şiddet sorununun temelinde “insanlık” olduğu zaten aşikar. Zehirli olan ise sevgisizlik, değersizlik… İşte Big Little Lies ikinci sezonuyla bize bunu gösteriyor. Şiddet, ilişkileri sona götüren bir neden gibi görülse de aslında bir önceki kuşaktaki sevgisizlik, değersizlik durumunun sonucu olduğu göz önüne seriliyor. Bu dizi eminim izlerken benim gibi birçok kişinin gözlerini nemlendiriyor. Eminim, dizinin çekildiği toprakların binlerce km uzağındaki ülkemizde, binlerce kadın Big Little Lies ile aşina oldukları şiddetin, acının anatomisini inceliyor.