- Uluslarararası İstanbul Film Festivali’nin Musikişinas bölümünde gösterilen Saz belgeselinden Petra Nachtmanova ile kısa bir söyleşi yaptık. Kendisi saz çala çala Berlinden çıkıyor ve Horasan’a ulaşıyor. Tabii Türkiye’den de geçiyor, birçok ozanla karşılıklı saz çalıp onların fikirlerini alıyor…
Merhabalar bize biraz kendinizden bahseder misiniz, ne iş yapıyorsunuz, bugüne kadar neler yaptınız?
Annem Polonyalı babam Çek. Ben Viyana’da göçmen çocuğu olarak doğdum. Tarih okudum ama şimdi müzisyenim. 5 ülkede garsonluk yaptım, onunla gurur duyuyorum. Dil öğrenmek için çok iyi yöntem.
Saz çalma ve sonrasında sazın kökenine ulaşma fikri nasıl ortaya çıktı? Peki belgesel fikri nasıl şekillendi?
Bağlamayla Berlin’de tanıştım. Bağlama çalan bir sürü insan var orda. Genelde pazar günleri Kreuzberg’te çocuklar saz kurslarına gidiyor, oradan gördüm ve merak ettim.
Yönetmen Stephan Talneau ile sohbet ederken bağlama ve ailesi hakkında uzun metraj belgesel çekilmediğini fark ettik. Ben arkadaşlarımla konuşurken kendime bu rotayı seçtim. Tabii gidecek daha çok yer var, biz bu kadarına gidebildik. Projemiz yolculuk, akademik araştırma değil.
Erkan Oğur bizim için büyük bir saz üstadıdır. Onunla da çalmışsınız, nasıl bir duyguydu öğrenebilir miyiz?
Çok güzel bir insan, çok değerli bir üstad. Tabii çok şanslıydım ona birkaç soru sorabildiğim için.
Ağaçtan, dallarından müzik yaptığınız sahne çok iyiydi, güzeldi, orada sanırım her şeyin özünün doğa olduğunu, doğaya dayandığını yakalamak istediniz…
Evet, doğadan çok uzak kaldık bütün dünyada… Onu değiştirmemiz lazım. O sahneyi tesadüfen çektik. Ben çocuk gibi oldum, zaten yüzümden de belli. O kadar güzeldi ki dallarla oynamak. Ben hala şehirde yaşıyorum ama doğayı şimdi daha çok özlüyorum. Günümüzde o kadar uzaklaştık ki doğadan, tarımdan… Her yer bina ve televizyon, insan nefes alamıyor.
Bu belgesel için çıktığınız yolculuk sizin için nasıl bir yolculuk oldu, neler kattınız kendinize, nerelere ulaştınız kısaca anlatmanızı istesem?
Yolculuk yapmak değerli bir şey, bir hal, karadan gidersen, zamanını verirsen. Böyle uçağa binip üç saat kalıp olmuyor bu hikaye. Zaman lazım. Çok sabır lazım. Aynı zamanda öğretici. Ve en güzel tecrübe tabii insanlarla buluşmak, konuşmak, yemeğini paylaşmak, doğada gezmek. Tabii hep işlerimiz var koşturuyoruz, ama gerçekten bu kadar gerek var mi… Anadolu mesela bu kadar harika bir coğrafya. Şanslısınız, tadını çıkarın, üç gün tatil varsa köye gidin, ormana gidin, dağlara, kim neyi seviyorsa artık.
Sizin gibi saza tutkun başka arkadaşlarınız var mı etrafınızda?
Tabii var, Berlin’de özellikle. Orada bu kültür bayağı yaşıyor. Ben her şeyi orada öğrendim zaten. Küçük Anadolu işte Berlin.
Bu geziniz süresince en etkilendiğiniz yöre ve aşık oldu mu?
Hepsinin zevki ayrıydı, en sevdiğim diye bir şey yok.
Aşık Veysel mesela? Nasıl yaptınız araştırmayı, kimseyi atlamamışsınız, size yardım eden oldu araştırmalarınızda, yola çıkmadan nasıl bir yol izlediniz?
Asik Veysel‘in torunu Nazender Süzer Gökce ile iletişim kurduk. Onun sayesinde Sivrialan köyüne ziyaretimiz bu kadar güzel geçti. Bazı sanatçılarla ben iletişim kurdum, bazılarına arkadaşlarımın yardımıyla ulaştık. Ama Türkiye asistanımız Selcen Küçüküstel, İran asistanımız Yalda Yazdani ve Azerbaycan asistanımız Reshid Aghamaliyev olmasaydı bir sürü bağlantıyı kuramazdık. Selcen antropolog, Yalda müzik antropoloğu, Reshid de Prag’da film okulu okuyor ve aynı zamanda Azerbaycan aşık kültürü hakkında araştırmalar yapmış. Her ülkede asistanlarımız oldu. Her ülkenin farklı kuralları var, farklı iletişim yolları, dışardan her şeyi anlayamazsın, yapamazsın. Sonra müzisyenlerle buluşmak ve çalmak tabii harika bir tecrübeydi. Üstadlarla tanıştık, sohbet ettim, soru sorabildim… Acayip şanslı hissediyorum.