Avustralyalı yazar Markus Zusak tarafından yazılan kitabın aynı isimle uyarlaması İngiliz yönetmen Brian Percival tarafından beyazperdeye aktarılmış. Kitap Hırsızı beklentilerin oldukça yüksek olduğu bir filmdi. Ülkemizde vizyona girmedi fakat 33. İstanbul Film Festivali’nde gösterimi yapılmıştı. Film hayal kırıklığı yaratarak beklentileri karşılayamadı.
Filmin öyküsü Hollywood’ta oldukça alışıldık bir konu. II.Dünya Savaşı ve Nazi Almanya’sının dayatmaları popüleritesini devamlı koruyan bir mesele. Kitap Hırsızı daha Schindler’in Listesi, Piyanist, Er Ryan’ı Kurtarmak gibi kültleşmiş yapımlar gibi gerçek bir hikayeye dayanarak yola çıkılan bir öyküye sahip değil. Roman uyarlaması ile birlikte öyküsel bir anlatımı var. Romanını okuma fırsatım henüz olmadı fakat filmde anlatıcı eşliğinde giden yapısı ile romanın satırlarından anektodlar sunuyor ve edebi bir anlatım katılmaya çalışılmış. Filmin özellikle başlangıç kısmı çocuk kitlesine hitap eder türden.
Kitap Hırsızı, Liesel adlı bir kızın annesi tarafından evlatlık verilmesi üzerine Almanya’da yeni bir aile ile tanışmasına, bu süreç içerisinde okuma-yazma öğrenip kitaplara ilgi duymasına, masumiyet ile örülmüş çocukluk döneminde savaşın sonuçları ile olgunlaşmasına pencere açıyor. Fakat filmdeki tutarsızlık bahsi geçen “hırsız” kelimesini filmin yalnızca orta bölümlerinde kullanıyor. Dolayısıyla filmde doğru düzgün bir konu bütünlüğü yok. II.Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın bir şehrinde gündelik yaşantı ve savaşın gidişatı daha uygun bir konu tanımı olabilir.
Filmdeki söylemler daha önce gördüğümüz filmlerden çok farklı değil. Fakat Yahudi Katliamı’nı repliklerin ardına gizleyerek imgelerden kaçınılmış. Aryan ırkının üstünlüğü, despotik Nazi eğitimi ile çocuklara aşılanan faşizm filmin birçok kesiminde duyurulan bir propaganda.
Liesel ise böylesine bir ortamda, dişil yönetimde bir ailede anne özlemiyle savaşı anlamaya çalışmaktadır. Savaşı çocukların gözünden çok defa görmüştük. Fakat Kitap Hırsızı hikayesini tam anlamıyla oturtamadığı için ne çocuklar açısından baktırıyor ne de savaşı ele alabiliyor. Tek düze ilerleyen yapısı ise filmi devamlı tahmin edilebilir bir senaryo ile karşı karşıya bırakıyor.
Filmin belki de en trajikomik yanı filmde Almanların İngilizce konuşması. Hem de bunu dalga geçer gibi Alman aksanı ile konuşması… Fakat tepkilerin Almanca olması bir ayrı parantez. Film ABD-Almanya ortak yapımı olması durumu daha da komik bir hale getiriyor. Dönem filmlerinin en büyük problemlerinden birisi de belki dil sorunudur.
Film Oscar Ödülleri’ne En İyi Müzik kategorisinde adaylığı bulunuyor. Fakat ödülü alamamış. Müziklerin başarısı tartışılmaz. Hatta sahnelerin melodram havasına dönüşmesinde büyük etken. Film en duygusal sahnelerinde bile derinlemesine işleyemiyor. Bunu müzikler eşliğiyle yaparak farkındalık yaratıyor. Bunun yanında filmde kullanılan mekan tasarımı da yeterli düzeyde.
Oyunculuklara gelecek olursak Emily Watson ve Geoffrey Rush başarılı kariyerlerine rağmen oldukça yapmacık tavırdalar. Hatta Emily Watson’un karakteri çizginin dışına çok çıkıp giriyor. Tutarsızlığı hat safhada. Yönetmenin oyuncuları yeterince iyi kontrol edemediği bir aşikar. Sophie Nielsen ise oyunculuk çerçevesinde filmin artılarından sayılabilir.
Kitap Hırsızı seyirciyi tatmin etmeyen, sıradan yapıda ilerleyen, heyecanlandırmayan bir film. Konusu ilgi çekici görünmesine rağmen yönetmen tarafından vasatı aşamayan bir eser ortaya çıkmış. Süresi itibariyle gereğinden fazla uzun olmasına rağmen elle tutulur şeyler sunamıyor.
Filme notum: 5/10