Gerçeğin peşine düşen belgesel filmler sanal gerçeklik, hiper gerçeklik, gerçek ötesi gibi kavramların da literatüre girmesiyle üretim, dağıtım ve gösterim süreçlerinde hangi gerçeklerle yüz yüzeler?!
Mustafa Ünlü. Belgesel yönetmeni. Belgesel Sinemacılar Birliği Yönetim Kurulu Başkanı. Benim sevgili arkadaşım-meslektaşım. Nicedir bugün geldiğimiz noktada ülkemizde ve başka diyarlarda belgesel sinemanın durumunu BSB Yönetim Kurulu Başkanı sıfatıyla değerlendireceği bir söyleşi yapmak istiyordum. Almanya – Rusya– Türkiye hattındaki koşuşturması arasında nihayet yakaladım.
Mustafa nedir bizim begesel sinemanın hal-i pür melali?
Valla Semra bir yandan hiç parlak değil, karamsar bakmaya elverişli yani. Ama malum belgesel sinemacıların hayalleri, umutları tükenmez; durmazlar. O yüzden şimdi konuşacaklarımızdan kimsenin içi fena olmasın. Dramatik bir dönemden daha geçiyor Dünya. Belgesel sinema da bu dönemin travmatik durumlarından biri ile bağlantılı olarak ağır baskı altında Dünya’nın her yerinde. Çünkü hepimiz gerçeklerle ve hatta bilgiyi, milyonlarca yılda biriken belleği, birikimi, inanç sistemlerini, doğayı, paylaşımı, iletişimi, dayanışmayı haliyle insanlığı koruyan değerlerle bağımızın en aza indirgenmesine yol açan, adeta bunun için tasarlanan bir sürecin içindeyiz. Yani bugünlerde post-truth yani gerçek ötesi falan denilen hikaye… Bu da işin ironik yanı. Bütün bunlar “bilgi çağı” denen bir süreçle eş zamanlı başladı. Bilgi çağı internet çağına, evrildi.. “Aa ne güzel, bilgiye ulaşma özgürlüğü” dedik… Öyle hızlı, öyle rastgele, öyle sahipsiz, desteksiz tırnak içinde bilgi akmaya başladı ki tüm dayanak-referans noktalarımızı yitirme noktasına geldik. Neredeyse… tertemiz dağdan aşağı akan bir ırmağın sizden önceki kıvrımında, her önüne gelen çöpünü, lağımını, kakasını boşaltır ya, siz de bilmezsiniz ne içtiğinizi, öyle.
Mustafa tam bir belgeselci derinliği ile girdin mevzuya.
Mecburen. Çünkü hayaller falan desek de hayaller gerçeklerden söz edebilmek üzerine… Tablo da böyle maalesef.
Şimdi medyanın geneli de bu tablonun içinde. Çünkü son 20-30 yılda bu alan egemen yapının bir uzvu haline gelmiş; tüket, eğlen, tüket, eğlen, tüket insanı dönüştürme aracı olmuş… Bu bağlamda, gerçeklikle daha doğru, daha derin ilişki kurabileceğimiz ne var? Bana sorarsan belgesel sinema var. Ben de sana sorsam herhalde sen de öyle dersin. İnsanlar çoğunluğu, bu sağanağın altında, bunu bilmese de belgesel sinema var. Ama başta da söylediğim gibi, ağır baskı altında.
Evet, üretim , dağıtım, gösterim bütün ağlarda inanılmaz tıkanıklık var. Her dönem zorluklar vardı ama ben kendi adıma hiç bu kadar tıkandığı bir dönem hatırlamıyorum. Zamanın ruhu derin üflüyor galiba. Ama tabi burada bizim anladığımız anlamda belgesel sinemadan bahsediyoruz öyle değil mi? Yoksa belgesel adı altında üretilen ve gösterilen çok iş var.
Tabi tabi, hiç kuşkusuz. Çoğu belge niteliği bile taşımayan işlerden söz etmiyoruz. Belgesel sinemadan söz ediyoruz,
belgesel sinema izleyici ile buluşamıyor. Çünkü izleyici adını koyamadığı bu gereksinimini talebe dönüştüremiyor. Oluşan bir talep varsa da asıl misyonu belirli ideolojilerin, ürünlerin ve teknolojilerin gizli ya da açık propagandası olan ‘belgesel kanalları’na yönlendiriliyor. Örneğin, sürekli birbirleri ile kavga eden ama sonunda efsane işler beceren (!) otomobil tamircileri belgesel olarak sunuluyor.
Gerçek öykülerin peşindeki belgesel sinemanın, doğası gereği sık sık bu düzene aykırı düşmesi nedeniyle programına belgesel sinemayı alan sinema etkinlikleri, festivaller de destekçilerini kaybediyorlar. Bu yüzden belgesel sinema Festivallerden de uzaklaşıyor.
Sinema salonlarında bırak belgeselleri, bağımsız kurmaca filmler bile yer bulamıyor.
Geriye yalnızca internet kalıyor. Belgeselciler interneti giderek daha fazla ve iyi kullanmaya başladılar ama orada da ancak arayan bulabiliyor. Ve tabii henüz, internet, belgesel gibi önemli ölçüde kamusal niteliği olan, pop olmayan işlerin sürdürülebilir olmasını sağlayan geliri sağlamıyor.
Maalesef sağlayamıyor. Diğer memleketlerde durum nasıl? Uluslararası belgesel kurum ve kuruluşları ile kurduğun temaslarda gördüğün resim ne? Belgeselin sürdürülebilir olmasını sağlayan gelir nasıl ortaya çıkar?
Gelişmiş durumdaki ülkelerde, mesela Batı Avrupa’da, daha eğitimli, seçici bir izleyici kitlesi var. Yani oluşmuş bir talep var. Bu talebi karşılamak zorunda olan TV kanalları ve sinema salonları var. Festivaller var. Belgesel sinema gibi kamusal işlerin desteklenmesini sağlayan daha sosyal bir devlet anlayışı, bununla görevlendirilmiş kamu kurumları var. Sosyal sorumluluk deyince aklına sadece futbol gibi görünürlüğü yüksek işler gelmeyen, mesela belgesel sinemaya aktarılacak fonlarda da aradığı karşılığı bulan özel sektör var. Bunun yanısıra, bu irili ufaklı fonları, tv kanallarının ayırdığı bütçeleri bir araya getiren, toplayan uzmanlaşmış yapımcılar var. Bu yapımcıları ve sinemacıları yetiştiren iyi bir eğitim sistemi var. Sinemayı bir bütün olarak ayakta tutan; bağımsız sinemayı, belgeseli, kısa filmi de bu bütün içinde tutan, hatta önceleyen sinema kurumları; bu kurumların oluşturduğu bir sinema sektörü var. Bu kurumsal yapılar ve ağlar içinde, örneğin, internet, mobil uygulamalar, sanal gerçeklik gibi yeni platformlarda yeni formatları arayan, gelişimci yaklaşımlara da destek var.
Bizde bunların neredeyse hiçbiri yok. Belgesel alanında, profesyonelleşmiş, uzmanlaşmış tek bir yapımcı şirket bile yok mesela. 70 küsur üniversitede sinema-TV bölümü var. Hepsini toplasanız küçücük Estonya’daki bir sinema okulunun yanına yaklaşamaz. Sinema kuramları, uygulaması, alt dalları ve yenilikçi yaklaşımların eğitimi bakımından… En ciddi olanında belgesel sinema dersi haftada 2 saatten 2 dönem. Toplam 20-30 saat. Türkiye’ye gerekli olan, taş çatlasa 3 tane konsantre olmuş sinema ve tv okuludur.
Ders olanlarda da o dersi verecek tam donanımlı, deneyimli hoca çok çok az.
Evet, bu pratik olarak olanaksız, mantıksız da… Eşyanın tabiatına aykırı. Bölünerek çoğalan bir yapı var karşımızda. Bölündükçe de küçülüyor, zayıflıyor.
Bir başka sıkıntı da üretime sağlanması gereken kaynak; bugün için Kültür Bakanlığı eliyle verilen Sinema Destek Fonu dışında bir kaynak yok Türkiye’de. 600 proje başvuruyor, 40-50’si alıyor. Nitelikli, uluslararası yolculuk edebilecek, sağlam bir anlatım, öyküleme, sinema dili kurmaya yetecek araştırma, çekim, çekim sonrası süreçler için zamanı ayırmaya; çalışan, yapan ekibin geçimini ve yeni projelere hazırlanmasını sağlayamaya; yeterli donanım, teknik gereçleri kullanmaya; tamamlanan belgeselin tanıtımı, dağıtımı, festivallere falan katılımına yetecek en az bütçenin üçte birine bile denk gelmiyor bu destek. Bu desteği alıp, tamamlamak üzere gideceğiniz TV kanalları yok. Ülke içinde ortak yapımcı, ortak yapım olanağı yok. Yabancı ortak yapımcılara sizi götürecek yapımcı yok.
5-6 yıl önce, kafayı gözü yarma pahasına, bir projeme Avrupa’dan para bulma serüvenine giriştim. ‘Pitching’ denilen, Türkçe bir türlü karşılık bulamadığımız, film projeleriyle, o fonların, TV kanallarının seçicileri, karar vericilerinin bir araya geldiği toplantılardan bir kaçına katıldım. Yani, sen biliyorsun ya, bu bir beyzbol deyimiymiş. Topu karşılayıcıya fırlatma durumunda olduğu gibi, projeyi alıcılara doğru atmak gibi… Bu insanlardan on, onikisinin karşısına geçiyor belgeselin yapımcısı ve yönetmeni, 5 dakikada projesini anlatıyor. İçlerinde beğenenler olursa yüzyüze görüşmelere başlıyorsun. Mesela bir Fransız yapımcı vardı. Belgeselinin, projesinin bütçesi 450 bin Avro. İki buçuk yıldır bu bütçeyi toplamaya çalışıyormuş. 420 bin Avro tamam, garantilenmiş. 30 bin daha bulacak. İşte yapımcılık bu. Çünkü o bütçenin içinde kurgu yapılacak stüdyonun önündeki otopark ücreti de var, projede kısmen ya da tümüyle çalışacak ekip üyesinin maaşı, sigortası, yemesi içmesi de, bu gibi projeye finansman sağlama çalışmalarının her türlü gideri de. Türkiye’deyse biz yol parasını bulunca, arkadaşın kamerası, annemizin yaptığı böreklerle; şu ya da bu işten kazanılmış bir parayla kurgu yapmak için alınmış dizüstü bilgisayarı da varsa iki haftada çekimleri bitirmeye çalışıyoruz.
Mustafa bunu garanti ederim. Bu memlekette en benim diyen bütçeye sahip belgeselci bile, yapım boyunca birkaç defa kendisinin, annesinin börekleri ile ekibini doyurmuştur. Bütçesi az olan ise sürekli.
Değil mi! Ama börek de bir yere kadar. Balla börekle beslenmek de istemiyoruz yani… İşimizi iyi yapacak, geçinecek, yeni projelerin peşine düşecek kadar… yoksa dünyada belgeselden zengin olan olduğunu görmedim ben. Zenginlik peşine düşen belgeselci de görmedim.
Bu arada, Türkiye’de belgesel yapılmıyor mu? Yapılıyor, senin de bildiğin gibi Semra. Ama yine bildiğin gibi hep bireysel çabalarla, yeteneklerle, çok ama çok sınırlı kaynaklarla, çok sınırlı zaman dilimleri içinde yapılıyor. Tesadüfen doğru yerde ve zamanda olursa ya da hayattan arda kalan zamanda uğraştığımız, iyice araştırmayı başardığımız bir konuysa o doğru yeri, zamanı, insanı, öyküyü biz buluyoruz. Yani her şeye rağmen, yetenekli, istekli arkadaşlarımızın çabasıyla, anlatmayı çok istediğimiz, çok güçlü öykülerimiz belgesel sinemaya dönüşüyor. Ne yazık ki bu koşullarda pek azı Dünya izleyicisine ulaşabiliyor, uluslararası yolculuğa çıkabiliyor; Türkiye’ye, Türkiye sinemasına manevi ya da maddi katkı sağlayabiliyor. Değindiğimiz gibi, Türkiye’deki izleyici ile de buluşmakta zorlanıyor bu filmler. Yani, Türkiye’de belgesel sinema bir anlamda, bellek tutma işlevini, bir ölçüye kadar yerine getiriyor ama genel anlamda izleyicinin merakını giderme, onları yaşamın gerçeklik sahnesine taşıma işlevini; Türkiye’yi dünyaya anlatma işlevini taşımakta zorlanıyor.
Bu konuda Türkiye yalnız değil. Dünyanın pek çok yerinde bizim durumumuzda olan çok meslektaşımız var. Çeşitli platformlarda karşılaşıyoruz, dertleşiyoruz biliyorsun.
Evet sadece Türkiye böyle değil tabi. Örneğin Rusya, onca sinema geleneğine, güçlü bir ekol olmasına rağmen, uygulamada bizden çok farklı değil. Kamusal yaklaşımın orada da önemli ölçüde zayıflamasından söz edebiliriz. Bu nedenle de pop olmayan işler orada da sıkıntıda. Yunanistan mesela, orada da ülke ölçeğinde çok ciddi sıkıntılar var. AB kaynaklarından yararlanıyor olmasalar bizden hiç farkları kalmaz. Diğer bazı AB üyesi olmayan doğu Avrupa ülkelerinde, Ortadoğu’da, aslına bakarsan Kuzey Amerika ve Batı Avrupa, Japonya, Güney Kore gibi bazı ülkeler dışında durum aşağı yukarı aynı. Bizim koşullarımıza göre çok az değerlerde bile olsa, AB ülkelerinde, bu saydığım ülkelerde de Belgesel Sinemayı destekleyen fonlar son yıllarda küçülmeye başladı aslında. Dönüp dolaşıp en başta konuştuğumuz dramatik, hatta travmatik duruma geliyoruz. “Bilgi Çağı” travmaları…
semra güzel korver