Yıllardır jüri üyesi olarak yer aldığım ve benim için diğer tüm festivallerden ayrı bir yeri olan Selçuk Üniversitesi Kısa-ca Film Festivali’nin açılış töreninde izlediğim bir belgesel beni kalbimden vurdu. Hayatı boyunca üç kez Atatürk’ü görme şansına erişmiş Cumhuriyet’in ilk kadın öğretmenlerinden Hasibe Sabiha Özar’ı anlatan belgesel neredeyse tüm salonu gözyaşlarına boğdu. Üstelik sadece içeriği değil kısa belgesel nasıl olmalıdır sorusuna verdiği muazzam cevapla da takdirleri kazandı. Filmin yönetmeni Esra Yıldırım bu kez köşemin konuğu…
Öncelikle biraz kendinden bahseder misin?
1 Eylül 1995 tarihinde İzmir’in Kahramanlar semtinde dünyaya geldim. Babam esnaf, annem ise ev hanımı. Ben evin en küçüğüyüm iki tane abim var. 12 yıl aradan sonra doğduğum için biraz nazlı büyüdüm. İlkokul ve ortaokul bittikten sonra liseyi Alsancak’ta Cumhuriyet Nevvar Salih İşgören Anadolu Meslek Lisesi’nde okudum. Burada sanat ve tasarım dalı iç mekan tasarım bölümünü bitirdim. Yatay geçişle mimari restorasyon bölümüne geçiş yaptım. Kayıt için Milas’a gitmeme bir hafta kala gitmekten vazgeçtim. Araştırmayı çok seviyordum. Siyasi ve tarihi konular, günümüzde yaşadığımız olaylar hep ilgi alanımdı. Her konu hakkında bir fikrim vardı. Yoksa da mutlaka araştırır bir fikrim olurdu. Arkadaşlarım bana hep gazeteci olmamı söylüyorlardı. Bu yüzden iletişim fakültesine gitmeye karar verdim. Bir sene ara verdim sonra Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü için hazırlandım. Sektörün zorluğunu ve iş imkanlarının kısıtlı olduğunu biliyordum. Ama yine de bu bölümü okumak istedim. Çünkü bu bölümün bana iş imkanı dışında çok şey katacağını düşündüm. Tercih zamanı geldiğinde İstanbul’daki üniversiteleri kazanamadım. Ben de sadece Selçuk Üniversitesi’ni yazdım. Bunun sebebi ise araştırmalarım sonucu burada öğrenci uygulama alanlarının daha fazla olmasıydı. Ailemin Beyşehir’li olmasından dolayı belki de toprak çekmiştir bilemiyorum. Üniversite’ye geldikten sonra fakülte bünyesinde bulunan Kısa-ca Film Atölyesi’ne katıldım. 2. sınıfın ikinci dönemi ise ilk belgesel projem olan “Çalıkuşu” nun çalışmalarına başladım.
Senin için belgeselin tanımı nedir?
İlk göz ağrım… Çocukluğumda konusu hayvanlardan ibaretti. Şimdi ise yeryüzündeki her şeyin belgeselinin çekilebileceğine inanıyorum. Çünkü canlı, cansız her varlığın bir var oluş sebebi var. Bir çöpün bile belgeseli çekilebilir bence. Etkileyici olur olmaz bu tartışılır. O da yönetmenin konuyu işleme yeteneğiyle alakalı bir durum. Ben kendimi belgesel türüne daha yakın görüyorum. Sebebi ise gerçekle iç içe olması. Elbette ki içinde ufak tefek kurmacalarda barındırdığı oluyor. Ama yine de gerçeğe yakın olması benim bu türde daha verimli olmamı sağlıyor.
Biraz Çalıkuşu’ndan ve onu çekme nedenlerinden bahseder misin?
Üniversite ikinci sınıftaydım, artık bir proje yapmam gerektiğini düşünüyordum. Biz belgeselcilerin en büyük ilham kaynağı gazete haberleridir. Oradaki hikayeler bizim yol göstericilerimizdir. Bir gün atölyede yerel haberlere göz gezdirirken Cumhuriyet’in ilk öğretmenlerinden Sabiha Hanım’ın haberini gördüm. İzmir Buca Belediye Başkanı Levent Piriştina kendisini ziyarete gitmiş. Sabiha Hanım Atatürk’ü üç defa görmüş, ilk görüşü 6 yaşında Konya Tren Garı’nda. Orada Atatürk ile beraber fotoğrafı var. Atatürk kendisine büyüyünce öğretmen olmasını söylüyor ve onun isteği üzerine Sabiha Hanım’da öğretmen oluyor. Atatürk’ü küçük yaşta kaybettiği babasının yerine koymuş. 101 yıllık bir yaşam öyküsü. O kadar etkilendim ki o an. Danışmanım Öğr. Gör. Dr. Mehmet Sefa Doğru’ya haberi gösterdim. Onun onayını aldıktan sonra Sabiha Hanım’a ulaşmak için kolları sıvadım. Oğlu Ersun Özar ile iletişim kurdum. Birkaç gün sonra otobüse atlayıp İzmir’e tanışmaya gittim. Beni çok güzel karşıladılar. Sabiha Hanım o zaman 101 yaşındaydı. Bütün hayatını hiçbir hafıza problemi olmadan tek tek anlattı. Gerçekten çok şaşırmıştım. O kadar zor bir hayat yaşamış ki buna rağmen yaşama ve okuma sevincini hiç kaybetmemiş. Değerlerinden ödün vermeyen tam bir Cumhuriyet kadını vardı karşımda. Bu tanışmadan sonra projeyi tam anlamıyla yapmaya karar verdim. Projeyi çekip bitirmem 2 yılı buldu. Bunun sebebi de yeterli ödeneğin olmamasıydı. Bu süreçte bağlantıyı hiç koparmadım. Bu proje bana o kadar şey kattı ki… Sabiha Hanım ile tanışmış olmak benim hayata bambaşka bir pencereden bakmamı sağladı. Bunun dışında projeyi çekmek için verdiğim çaba da bana çok şey öğretti. Bu proje sayesinde çok tecrübe kazandım. İlk projem olduğu halde büyük bir sorumluluğun altına girdim. Daha iyi olabilirdi belki ama yine de elimden gelenin en iyisini yaptığıma inanıyorum. Bu süreçte yanımda olan hocalarımın, arkadaşlarımın ve tabi ailemin de emeği büyük.
Sence hızla gelişen teknolojinin, kısa filme ne gibi katkıları olabilir? Neler götürür?
Gelişen teknoloji sayesinde cebimizdeki telefonlarla bile film çekebilir hale geldik. Bu tabi ki de güzel bir şey. Pratiklik, kalite, film çekim sürelerinin kısalması vs. bunlar teknolojinin büyük katkıları. En başta iş gücünü azalttı, üretimi arttırdı. Ama bir yandan da düşünüyorum eski zamanları. Teknoloji bu kadar gelişmiş değildi ve yine filmler çekiliyordu, daha çok emek harcanıyordu. Ben eski filmlerden nedense daha çok zevk alıyorum. Teknolojinin gelişmesi birçok şey kattı elbette ancak yapılan işleri basitleştirdi. Ayrıca siz yaptığınız işin döneminde en yeni teknolojiyi kullanarak projeler üretiyorsunuz, çok değil 1-2 yıl sonra bile o teknolojik aygıtlar tarihe karışmış oluyor ve yenileri geliyor. Teknoloji sebebiyle her şeyi çok çabuk tükettiğimizi düşünüyorum.
Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve yabancı yönetmenler kimler?
Geçmişten günümüze çok değerli yönetmenlerimiz var. Hepsinin kıyısından köşesinden mutlaka örnek alacağımız bir şeyi olduğunu düşünüyorum. Sinemasını sevdiğim yönetmen olarak ise Yılmaz Güney’in yeri ve sineması bende hep ayrıdır. O kendi döneminin en etkili sesi oldu bence. Ve bu sesi filmleriyle çıkardı. Hala da etkisinin sürdüğünü düşünüyorum. Onun dışında günümüz yönetmenlerinden Onur Ünlü, Yeşim Ustaoğlu‘nu beğeniyorum ve takip ediyorum. Yabancı yönetmen olarak ise ben korku, gerilim tarzı filmleri izlemeyi pek sevmem ama Tarantino’nun sinemasına hayranım.
Türkiye’deki film festivalleri ve kısa filmcilere yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?
Gün geçtikçe Türkiye’deki festivallerin sayısı artıyor. Artık şehir festivalleri dışında ilçeler bile kendi festivallerini yapmaya başladı. Onlarda kendilerini kısa film festivalleri aracılığıyla duyuruyor. Bu festivallerin büyük bir çoğunluğu da kısa film üzerine yapılıyor. Bu tabii ki mutluluk verici ve motive edici bir şey. Festivallerin var olması sizi sürekli bir şeyler üretmek için teşvik ediyor. Bu zamana kadar katıldığım festivallerde öğrenci olmama rağmen çok güzel karşılandım ve ağırlandım. İlla ki pürüzler oluyor ama pire içinde yorgan yakmamak lazım. Buradan da sizin aracılığınızla bir kez daha teşekkür etmiş olayım.
Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…
Post production alanında ilerlemek istiyorum. Maalesef kamera ile aram bilgisayar kadar iyi değil. Bu yüzdende yeteneğim doğrultusunda ilerlemek benim için daha doğru olacak. Sektörde kendimi göremiyorum ama asla olmazda demiyorum. Sadece şuan kendimi sektöre girecek kadar donanımlı bulmuyorum. Okulumu bitirdikten sonra öncelik olarak yüksek lisans yapmayı düşünüyorum. Bu süreçte de proje üretmeye devam tabi. Şimdilik planlarım bu yönde. Daha ilerisini ise zaman gösterecek…
Jean Baudrillard’in”simülasyon kuramının” sinematografik uygulaması toplu seyirci algılamaları üzerinde etkisini merak ediyorum…Bu konularda görüş ve bilgilerin paylaşımını bekliyorum.