Çağan Irmak’la son filmi Bizi Hatırla eksenli güzel, kapsamlı bir söyleşi yaptık. Ben filme, yaşama ve bunları filmlerde yansıtışımıza dair sorular sordum, Irmak da kendine has samimiyetiyle yanıtladı. İyi okumalar..

Banu Bozdemir

 Bizi Hatırla’da bir baba-oğul hikayesinin giden ve kalan kısmındaki iki bireyi izliyoruz.Baba ve oğul hikayeleri size uzak değil.Yıllar sonra gelen bu hesaplaşma ve aynı zamanda uzlaşmanın kaynağı nedir?

Şöyle söyleyeceğim, kaynak olarak daha doğrusu çıkış noktası olarak Şükrü Bey’in kafasındaki bir fikirdi bu.Tam da senin dediğin gibi yıllar sonra ‘böyle birşey yazar mısın?’dedi. Ben de, ‘Şükrü Bey, ben zaten bu hikayeye benzer bir şey yaptım’ dedim. Ama o yazmam konusunda ısrar etti, bende ‘peki yazayım ama çekmem’ dedim. Sonra da senaryonun 30. sayfasına geldiğimde onu aradım ve bu hikayeyi hiç kimseye veremeyeceğimi söyledim. Çünkü gidişatını sevmiştim ve bu yeni bir ‘Babam ve Oğlum’ olmayacaktı benim kafamda. Başka bir hikaye oldu. O yüzden de severek yazdım. Bu hikayenin yıllar sonra belki daha modern zamanlarda geçişi aslında. Bu kez başlı başına bir çatışmaya neden oluşu hoşuma gitti, beni kaşıyan şeylerden oldu. Bu kaynak dediğimiz şey çok bildiğimiz çıkış noktası. Türkiye ataerkil bir toplum ve bundan uzaklaşma, sıyrılma çabamız var. Babalar, oğullarını kendi hükümdarlıklarını sürdürecek varisler olarak görüyor, belki çatışmanın sıkıntısı burada başlıyor. Aslında burada, bunu çokta istemeyen bir baba var. Oğul ise, birazcık daha kapitalizmin kucağında olan bir oğul. Film bu anlamda ilk önce hiç kimseyi suçlamamaya özen gösteriyor. Dolayısıyla bunun muhakemesini seyirciye bırakıyor, çünkü bu filmde herkes kendince haklı. Burada karar verecek olan yargı, seyirci. Ben, o durumu onlara yaşatmak istiyorum.

Şehirler ve kasabalar birbirisinde galip gelen, hırsın yerini diğerinden paylaşım ve sakinlik alıyor. Bu ayrım son zamanlarda fazlaca derinlik kazandı. Sizin kasaba ve şehirleri algılamanız ve aynı zamanda yaşam biçimi nasıl oldu?

Bu bir önceki soru ile de bağlantılı aslında. Çünkü, ömrünün yarısını deniz kıyısı bir kasabada, yarısını da İstanbul’da geçirmiş bir adam. Evet, sizinde söylediğiniz gibi büyük farklılıklar var. Paylaşım, daha doğrusu o sakin yaşam, yani insan açıkçası doğanın bağırından ne kadar koparsa o kadar asileşir, hırçınlaşır, o kadar hırslarına yenik düşer. Benim gözlemlediğim bu. Bunun için hiç kimseyi şehirde yaşayan insanı suçlamak, kasabada yaşayan insanı yüceltmek istemiyorum. Sadece hayatın bizi getirip koyduğu nokta böyle bir durum galiba. Zaten filmde, farkındaysanız İstanbul’da yaşayan karakterlerin  hiçbir şeye vakti yok. Bu da bir sürü dramatik çatışmayı beraberinde getiriyor.

Filmde duygusal sahnelerle komik sahneler adete birbirinin içine geçmiş vaziyette.Seyirci gözyaşları içerisindeyken de gülebiliyor. Bunun özellikle dengede tutulmuş olduğunu düşünüyorum. Doğru mu?

O denge, senaryoyu yazarken kendi kendine geliyor. Böyle filmlerde ben seyirciyi ağlatayım dediğiniz zaman, seyirci ağlamaz. Sizin gerçekten bu kodlar üzerinden gittiğinizi ve onu ağlatmak için uğraştığınızı düşündüğü için bunu reddeder. Güldürmek için uğraşmak, ama burada çok ağlattım şimdi burada güldüreyim diye uğraşmak da yanlış. Bunlar hikayenin kendi akışı içinde gerçekten olması. Çünkü, insanoğlunun en ekstrem duyguları korkmak, irkilmek, gerilmek. Bunlar da  duygularıma dahil ama belki de en uç noktadaki ağlamak ve gülmek. En uç noktada görülen şeylerin ikisi de birbirine bence en yakın duygular. İkisinde de mutluluk hormonu salgılıyor aslında vücut. Birisi bittikten sonra devam ediyor, öteki o an devam ediyor. O yüzden de bunu dengede tutmak gibi bir niyetten ziyade, bu akış içinde ne gerekiyorsa onu yapmaya çalışmak oldu.

Kaan’ı diğer birçok filmdeki şehirli, hırslı adamın aksine babasına karşı çok ilgili birisi olarak tasvir ediyorsunuz.Bunun özel bir sebebi var mıdır?

O toprağın insanı. Aslında filmin kendi açmazı da orada. ’Ben, senden gördüm bunu’ diyor, yani çalışmanın ne kadar kıymetli olduğunu, vazifemi yetiştirmenin ne kadar kıymetli olduğunu ben senden öğrendim, diyor. Zaten bu öğretinin sonucunda da mesleğinin içinde artık birçok şeye vakit bulamayışı kendi içinde o kaosu beraberinde  getiriyor. Babasına karşı anlayışlı. Niye anlayışlı? Aslında kaybettiği o yılları yaşayamadığı anları farkettiği için oldu o. Yoksa babasının filmde anlattığımız o durumu olmasaydı, belki hala onu farketmiyor olacaktı. Bir bakıyor ki yaşayamadığı hayatın o tarafını birkaç güne sığdırmak zorunda.O yüzden ani verilmiş bir karar bence.

Dede-torun ilişkileri seninde markajında olduğun konular.Anne-babasıyla kuşak çatışması yaşayan gençlerin, çocukların, dede ve nineleriyle yaşadığı uzlaşmanın kaynağı nedir size göre? Ve bu uyumu nasıl yansıtıyorsunuz filmlerinde? Yani uyumsuzluğun uyumunu nasıl yakalıyorsunuz karakterlerinizde?

Tam da işte bu konuda dedenin, torunlarla çok iyi anlaştığını görüyoruz. Aslında kendi gözlemlediğimiz kadarıyla gerçek hayattada böyle oluyor.Kuşak çatışması dediğimiz o durum dedeler ve torunları arasında yaşanmıyor. Çünkü bir tarafta ununu elemiş eleğini duvara asmış, hayatı artık biraz daha algılamış bir insan var. Bir tarafta yepyeni gözlerle hayata bakan bir insan var. Aslında belki de sorun ortadaki kuşakta, yani tam kan bağı olan doğuran ve doğrulanda. Bir tarafta kendi oğlunu yetiştirirken yaptığı hatayı torununda yapmıyor. Mesela dedeler veya anneanneler ya da babaanneler. Bu hepimizin çok alışık olduğu bir durum galiba. Şimdiye kadar ben öyle gözlemledim.

Kırmızı domatesler, kırmızı elbise bir kuş ve zaman zaman ortaya çıkan çocuk. Küçük ama filme ve hayata tutunma doneleri. Bir yandan da onların tamamlanma hikayeleri oluyor filmlerde.Burda da onları küçük iz sürücü olarak görmek güzeldi. Siz ne düşünüyorsunuz bu konu hakkında?

Bunun sana geçmiş olmasına çok sevindim. Çünkü tam da bu anlattığın şekilde, onları düşündüm, gözlemledim kafamda.Onlar sinemanın hep ilk zamanlarından beri hep yönetmenin duygusu dediğimiz şeyler. Seyirciye böyle şeyler, bu cümlelerle geçer mi bilmiyorum ama seyirci, bu cümleleri koymasa bile mutlaka hisseder. ‘Aa bak gene o bisiklet geçti’ işte bu artık bizim öğrenciliğimizden beri belkide İtalyan sinemasının, Akdeniz ülkelerinin sinemasının o izleği vardır;  bize miras kalan öğrenciliğimizden. Türk sinemasında da örneğini görmek mümkün. Açıkçası sana bunu hissettirmiş olmama çok sevindim. Çünkü o yönetmenin duygusu dediğimiz şey, en kıymetle tutunduğumuz, kıymet verdiğimiz, sarıldığımız o sinematografik taraf. Bu hep kendi kendime küçük mırıldanmalarım oldu. Tekrar ediyorum sana geçtiği için çok mutlu oldum.

Kaan’a yaptığınız vicdan muhasebesi, aynı durumdaki şehirli evlat, kasabadaki ebeveyn arasında yaşananlar çok uygundu. Kaan yine de bunca karmaşanın içinde bu kadar vicdani, zor bir sınavdan geçmeli miydi?

Geçmeliydi. Çünkü bazı şeyleri noktalı virgül olarak koyarsanız temel o anlatmak istediğinizi tam olarak izleyiciye geçiremiyorsunuz. Bazen gerçekten bir şeyleri kalın çizgilerle anlattığı, bazen de daha naif ve daha yumuşak davrandığı doğru. Ama  bu tarz filmlerde seyirci, ister istemez bir katarsis duygusu yaşamak istiyor. Dolayısıyla onları o katarsislerini bu biraz Shakespeareyen bir durum açıkçası. Meselenin tam adını koymak, yani tıpkı ‘olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu’ demek, bu kadar bir cümleyi kurmak. Bunlar, böyle filmlerin bel kemiği.Yazan, o bel kemiğini oturtmak için gerçekten bu tarz zor şeylere ihtiyaç duyuyor.

Filmde 3 tane kadın karakter var.Onlardan sıralamaya tabi tutulmuşlar,Şehirde yaşayan kadının açmazları, paranoyası Özge Özberk üzerinden yansıyor.Binnur  Kaya tam ara karakter, ruhu köylü ama bedeni şehirde.Sumru Yavrucuk ise tamamen kasabalı ve soft. Karakterleri yaşadıkları ortamlara göre kişilik verme halinden bahseder misiniz?

Her zaman söylediğimiz şey vardır. ‘Coğrafya insanın kaderidir’ derler. Bu birçok insana göre doğrudur, birçok insan bu fikri savunuyor. Ben ise buna hak vermekle beraber, insanın kendi coğrafyası içinde kendi küçük cumhuriyetini kurabileceğine inananlardanım. Örneğin Özgen’in karakteri Ece, onun açmazlarını onun aslında parantez içinde kötücül gibi gösteren halini bir nedene bağlamak benim için çok önemliydi. Çünkü  kafasında genetik bir arıza yoksa ya da  gerçekten bir insan ruh hastası veya cani değilse,  gerçekten bir insan anlamıyla kötü  ya da tam anlamıyla iyi olabileceğine inanmıyorum. Bu konuda doktorlar, tıp  bile birçok şeyin çözümünü bulamadılar, izlediğim belgesellerden öğrendiklerimle konuşuyorum. Benim için Özge’nin bu durumunu bile  bir nedene oturtmak önemliydi. Bununda bir nedenini sundum seyirciye, inşallah inanırlar. Bu anlamda performanslar, oyuncu performanslarına sırtını dayamış durumlardı. Bu arada filmdeki bütün oyunculardan çok memnun olduğumu da belirtmek istiyorum. Çünkü çok tanıdık olduğumuz bir hikayeyi hepsi kendi hayatlarındaki insanlardan yola çıkarak oynadıklarını söylediler bana. Filmde, ekstrem bir karakter yok, ekstrem bir durum yok. Filmin, film olması için bazı şeylerin, entrikaların, bazı büyük olaylardan  ve entrikalardan vazgeçiyor. Durumun kendisi  zaten benim için ilginçti.O yüzden hepsi de tabiri caizse su gibi oynadılar.

Dizi ve sinema sektörünün karşılaştırılması en acımasız sahnelerine yansıyor Kaan üzerinden.Televizyona iş yapmak gerçekten vahim durumda mı?

Biraz öyle… Benim o televizyondaki toplantı sahnelerinde kullandığım replikler, benim dahil olduğum toplantılarda kullanılanlarla hemen hemen aynı. Onları yazmak çok kolay, çok eğlenceli ve çok zevkliydi benim için.Fakat, tabii bunlar benim değil, Kaan’ın cümleleriydi, onu burada tekrar belirtmek istiyorum. Şöyle bir şey açıkçası o kadarda korkulacak bir durum değil, ben biraz espriye de vurup dalga geçmek istedim. Kaan’ın karakterini anlamamız konusunda çok yardımcı olan sahnelerdi.

Mezarın başında çalınan gitar farklı bir anma biçimi , sonunda verilmek istenen bir mesajı yorumluyor gibi çokta şey yapmamak lazım gibi bir mesaj aldım ben. Gerçekten öyle mi?

Evet öyle. Orada zaten geleneksel birşey yapıldığı, dua edildiği, her şey bittikten sonar da ailenin kendi arasında yaşadığı bir durum bu. Biz artık şunu öğrenmeliyiz, ‘bana ne, sana ne?’ Bunu ülke olarak öğrenmemiz gerektiğini düşünüyorum, çok güzel hatta harika iki kelime. Bunu gerçek hayatımıza oturtabilirsek çok mutlu olurum.

Altan Erkekli-Tolga Tekin uyumu gayet iyi yansıyor.Sumru Yavrucuk’ta iyi bir seçim olmuş. Oyuncu seçim konusunda nasıl bir yol izlediniz?

Bu tamamen hislerle alakalı oldu ve açıkçası cast için masa başında çok uzun zaman harcamadık. İlk aklımıza gelen oyuncular bunlar oldu. Çünkü, bazen oyuncuya göre proje yapılır, bu bir seçimdir. Bu iyidir, kötüdür, doğrudur, yanlıştır demiyorum. Bazende hikaye önce yazılır ve oyuncular kafanızda  kendi kendiliğine siz davet etmeseniz de gelirler.

İstanbul’dan veya büyük şehirden gitmenin en iyi tarafı nedir?

Bunu benden daha çok yaşayan yoktur herhalde. Çünkü İstanbul ve Ege arasında  mekik dokuyorum ama son iki yıldır  tamamen artık Ege tarafına yerleştim. Bu İstanbul’u terkettiğim anlamına gelmiyor.İstanbul hep bir özlem olarak duruyor, bu özlemi gidermek için zaman zaman geliyorum. Herkeste şöyle bir durum var, ‘Ah bu şehirden kaçsak..’ işte bu kaçmak ne kadar doğru bilmiyorum ama ben zaten hayatımın ilk 20 yılını Ege’de geçirmiş bir insan olarak tekrar köklerime geri döndüm diyeyim. En güzel tarafı nedir? Bence en güzel tarafı farklı insanlarla tanışmak, dünyaya farklı bakan insanları görmek. Çünkü bazı yerlerin dertleri, bazı yerlerin mutluluklarını keşfettikçe, ‘şunu da dert etmeme gerek yokmuş’ dedirtiyor insana. En güzel tarafı bu. Köyün bilge insanlarıyla tanışmak çok keyifli, hiç bir yere yetişmek zorunda olmadığını hissetmek, kitap okumanın ne kadar güzel olduğunu tekrar keşfetmek, cep telefonunu evin içinde bir yerde unutunca iki üç saat farketmemek.En güzel tarafı bunlar..

Son olarak neler söylersiniz?

Bu hayatta, kendimi tekrar eden ve hep aynı filmi çeken yönetmen olmaktan korktum. O yüzden birçok farklı hikayeyle seyircinin karşısına çıkmaya çalıştım. Bir seçimden ziyade, bu benimde artık kendimden sıkıldığım başka birşey yapayım dediğim anlar oldu. O yüzden bununda diğerlerinden çok farklı, özünde benim filmim ama dokunuşlarıyla çok farklı bir film olduğunu düşünüyorum. İnşallah haksız çıkmam bu konuda. Şimdiden herkese iyi seyirler..

 

Banu Bozdemir
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.