Anons filmiyle farklı bir sinema diline imza atan Mahmut Fazıl Coşkun ile içerik ve biçime; aynı zamanda darbelerin toplumsal ve teknolojik etkilerine dair güzel bir sohbet gerçekleştirdik… İy okumalar
Banu Bozdemir
Filmin çıkış noktası nedir?
Filmler genel olarak küçük bir hikayeden çıkar. O dönemki ilgileriniz ve nasıl bir film yapacağınıza dair fikirleriniz küçük bir hikayede buluşuyorsa film yapmaya değer bir hale geliyor. Hikaye kafanda yer ediyorsa, unutmuyorsan ve yapmaya birkaç ay sonra da istekliysen karar veriyorsun. Benim için öyle oluyor. Bu hikayeden de bana abim (Ahmet Hakan) bahsetti. Gerçek bir olaya dayalı.
Ne kadarı gerçek ya da kurmaca izlediklerimizin…
Şu tarafı bir gerçek, o gün bir darbe girişimi oluyor. Bununla ilgili haberler, anı kitapları var. Biz bütün bir darbeyi anlatmıyoruz. Radyo evini basmaya giden bir grup asker var. Sonuçta bu anonsu başarıyorlar mı başaramıyorlar mı bilmiyoruz ama karakterler uydurmaca. Sonuç olarak kurguladığımız şey bir hikaye.
Film içeriğiyle oldu kadar biçimiyle de dikkat çekiyor. Biçimin bu şekilde olmasına nasıl karar verdiniz?
Filmin tarzı aslında senaryodur. İlk filmimde (Uzak İhtimal) çok fazla kesme vardı. Bunun nedeni şuydu. Geriye dönüp baktığımda daha klasik bir yapısı olduğunu söyleyebilirim. 16mm çekilmişti. 16mm’de uzun sahne çekmek çok riskli. Ekonomik olarak, tekrarlı uzun sahnelerde film israfına sebep oluyordu . O zamanki teknik şartların zorlaması da insana bir biçimi dayatabiliyor. Ben ikinci filme geçtiğimde teknoloji ilerledi, dijital kameraların kullanımı arttı, uzun sahne çekebilme rahatlığı oluştu Mesela ben Yozgat Blues’da tek plan sahneler çekmeyi denedim. İkişer üçer dakikalık uzun sahneler çektim. Ama ben uzun sahne ve sahne içi geriliminin olduğu filmleri seviyorum ve böyle film yapmak istiyorum. Buna göre bir hikaye düşündüm hep. Üçüncü senaryoda bu arzuyla yazıldı. Sahnelerin gerilimi düşmeden nasıl taşınabilir, buna kafa yorduğum için daha sabit bir biçime yöneldim.
Soğuk mizah dediğimiz şey…
Soğuk mizah biraz benim kişiliğimde de olan bir şey. Hayata da öyle baktığım için filmlerimde olması da bana doğal geliyor. Esprileri olabildiğince azalttık aslında. Daha da komik olabilirdi film. Ama ben o anlamda bir komedi filmi de olsun istemedim açıkçası.
15 Temmuz’dan sonra ortaya çıkan bir darbe filmi olduğu için bir fırsat filmi gibi eleştirilerle karşılaştınız mı ya da kendi içinizde bunun muhasebesini yaptınız mı?
Biz filmin hazırlıklarını yaparken 15 Temmuz oldu. Acaba ne yapsak, çekmesek mi gibi düşüncelerimiz oldu ama sonra ben çekmeye karar verdim. Filmin onunla ilgili olmadığını düşündüm. Böyle eleştirilere yeltenenler oldu ama bu olayla ilişkilendirmek mümkün değil filmi. Bu durumu sömüren ya da konudan dolayı çekilmiş bir film değil. Ama şöyle eleştiriler duydum. Askeri gücün azaldığı bir dönemde çekilen, risk almayan bir film olmadığı söylendi. Bu da bana tuhaf geldi. Holocaust film yapmak bugün o zaman çok anlamsız, çünkü Naziler kalmadı gibi. Yani askeri bir tehdit yok ortada ve sen bu durumla dalga geçmeyi bu dönemde yapıyorsun gibi eleştiriler… Askeri eleştirmenin riskli olmadığı bir önemde bu filmi çekmişsin gibi eleştiriler aldım. Yadırgadım.
Peki askeri biraz ti’ye alma durumunun getirdiği bir eleştiri oldu mu?
Henüz olmadı… (Gülüşmeler)
Bir fikre ya da ideolojiye körü körüne bağlı olmanın yanlışlı üzerinden bir film yapmaya çalıştım demişsiniz…
Benim derdim askerler, asker sınıfı ve onların beceriksizliklerini anlatmak değildi. Daha çok biraz daha inanmışlık, batılılaşma, modernleşme hikayesi ve bunun doğurduğu trajikomik durumlardı. Bugün de bir sürü tuhaflık, gariplik yaşıyoruz Hep şunu diyoruz ya, ‘vatandaşı olmasak komik ülke’ Bu hakikaten doğru bir cümle. Danimarka’da falan yaşasak biliyoruz ki sıkıcı gelecek. Çeşitli ideolojiler, inanmışlıklar ve modernleşme meselesinin olduğunu düşünüyorum bunun altında.
Venedik Film Festivali’nde açılış yaptınız, yabancı bir ülkeden gelen tepkiler nasıldı?
Venedik ve diğer iki ülkede de fark ettiğim şey; önyargısız izlendiğinde film farklı oluyor. Ama bizde darbelerin etkisi daha farklı, üzerine şaka yapılabilir şeyler değil. Ama yurtdışında ön bilgisi olmayan birileri izlediğinde filmi daha film olarak izleyebiliyor. O daha temiz bir zihin diye düşünüyorum. Orada daha iyi anlaşıldı.
Martini ve ‘at martiniyi bre Hasan’ arasındaki efsane geçişin bir hikayesi var mı acaba?
Tamamen yanlış anlamalar üzerine. Amerikalıların en ünlü silahı martindir. Martin tüfeğinin uzun bir hikayesi vardır, aslında filmde o da vardı ama ben çıkardım. İngiliz şirketi Amerika’da silah ürettiriyor. Silah şirketi batmak üzere. Osmanlı ordusu bu şirkete büyük bir silah siparişi veriyor. Ve şirket batmaktan kurtuluyor. Silahların üzerine Osmanlı arması yapılıyor. Martin tüfeği yerel bir şeye dönüşüyor. Bu silahlar uzun menzili silahlar. Rusların silahları kısa menzilli ama seri atış yapabiliyor. Bizimkiler seri atış yapamıyor. Bu yüzden Osmanlı-Rus savaşı kaybediliyor. Ruslar bu silahların bir ksımını Kars kalesinde alıyor. Ruslar İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı kullanıyor, sonra da Japonlara satıyorlar. Japonlar armaları söküp orduya veriyorlar. Sonra Amerikalılara satıyorlar. Uzun ve değişik bir hikayedir.
Evet farklı bir hikaye ve iyi de anlattınız. Keşke kalsaydı filmde. Senaryoyu Ercan Kesal’la yazdınız. Birlikte yazmak, iki kişi yazmak nasıl bir sinerji yarattı?
Ben ona hikayeyi anlattım. İstek ve arzuyla bu işe beraberce girdik. Biriyle yazmak çok zor ama elzem de bir şey. Ben tek başıma oturup yazamıyorum. Birisi olması gerekiyor. Ben her zaman birisiyle yazdım ve o benim için önemli bir şey. Ercan Kesal çok yoğun olduğu için biraz zamana yayıldı.
Senaryosu ve çekimleriyle içinize sinen bir film olduğunu söyleyebilir misiniz?
Ben hiçbir filmimle ilgili kati bir şey söyleyemiyorum. Yabancılaşamıyorsun, çok defa izlemişsin. Nihayetinde insanız ve mükemmel bir şey yapmak gibi bir iddiam da yok benim. İçime sindi, yaptığım için memnunum.
Mekanları dar, puslu, karanlık kullanmışsınız, bunun dönem filmi duygusu olmasıyla ilgisi var mı, ya da o geceye dair bir anlatım mı?
Daha kapalı mekan kullanımı seviyorum Yozgat Blues’da da şehri genel olarak niye hiç görmüyoruz diye sormuşlardı. Bu filmde o daha da gerekliydi. Klostrofobik bir atmosfer, sabit, daha kompozisyona dayalı bir resim anlayışı vardı. Bu bir tercih.
Sivil hayatın darbelere etkisi nedir. Bu darbe girişimin başarısız olmasının ardında yatan şey teknoloji mi? Burada anons edemedikleri için darbeyi yapamadılar. 15 Temmuz’da da teknolojinin kullanımıyla bir engelleme yapıldı diyebiliriz. Bu sorumun filmle çok alakası olmayabilir ama yine de söyleyeceklerin önemli olabilir.
Film darbe neden başarısız olsu sorusunu dert edinen bir film değil aslında. Ama o gecenin hikayesine baktığımızda 63’teki darbede esas olay Ankara’da oluyor. Ankara radyosu da basılıyor. Önce Talat Aydemir’in adamları basıp anons ediyor, karşı taraf radyo evini ele geçiriyor ve anons ediyorlar. Sürekli taraf değiştiriyor. En son Talat Aydemir’in tarihi cümlesi var. Biz radyoya yenildik diyor. O dönem için tek iletişim aracı radyo. 15 Temmuz’da teknolojinin gücünden bahsetmek mümkün elbette. Hikayedeki konu bu olmasa da teknolojinin de etkisiyle artık darbelerin mümkün olmadığını düşünüyorum.
Oyuncu seçimi konusunda nasıl bir yol izlediniz?
İnce eledik, Ezgi Baltaş’la çalıştık cast konusunda. Zor bir süreçti. Ünlü oyuncu çok istemedim belki alınabilirler ama somut bir nedeni de yok. Böyle daha otantik ve inandırıcı gözükmesini istedim. Böyle bir cast çıktı ortaya. Zor bir süreçti ama iyi netice aldık.
Bundan sonraki süreçte neler var?
Yeni senaryoya başladık Sinan Yusufoğlu’yla. Bir dönem filmi olacak eğer onu yazıp çekebilirsek…
Bol gişeler…