Biz Dolan’ın filmlerini çok seviyoruz. Peki ya Xavier Dolan hangi filmleri seviyor? 1989 doğumlu Kanadalı sinemacı Xavier Dolan’ın son filmi It’s Only the End of the World / Alt Tarafı Dünyanın Sonu, 3 Mart’ta gösterime girdi. 2009 tarihli I Killed My Mother ile yönetmenliğe başlayan Dolan, şimdiden filmografisine birbirinden etkileyici filmler ekledi bile. Prömiyerini Mayıs 2016’da Cannes’da gerçekleştiren son filmi eleştirmenlerden kötü not alınca şöyle bir demeç vermişti: “İnsanların filminizi sevmemelerine karşı her zaman hazırlıklısınızdır. Ama burada oldukça kafa karıştırıcı bir yanlış anlama var. Eğer Creed’e beş yıldız, Fast and the Furious’a dört buçuk yıldız veren biri, benim filmimde rol alan Marion Cotillard’a sıkıcı diyorsa, işte o zaman gerçekten dünyanın sonu gelmiş demektir. Ve bunu söyleyen adam burada (Cannes’da) ne arıyor diye merak ediyorsunuz.” Festival maratonunun üzerinden yaklaşık bir yıl geçtikten sonra ülkemizde gösterime giren film, bakalım (İstanbul, Ankara, İzmir ve Trabzon’daki 15 salondan birine ulaşabilen) seyirciler tarafından nasıl bulunacak?
Xavier Dolan, muhteşem bir sinema arşivine sahip Criterion Collection’ın web sitesi için, koleksiyonda yer alan filmler arasından bir “en iyi on” listesi hazırladı. Gelin hep beraber Dolan’ın favori filmlerine bir göz atalım.
Pierrot le Fou (Jean-Luc Godard, 1965)
“Nihai özgürlük. Kelimelerin özgürlüğü, görüntülerin özgürlüğü, renklerin özgürlüğü ve aşkın özgürlüğü. Bu film Godard’ın sanatının zirvesi, ustalığının en üst noktası. Kendini asla hiçbir şeyden mahrum etmeyen bir sinema.”
Cries and Whispers (Ingmar Bergman, 1972)
“Karşı konulmaz bir şekilde etkileyici, neredeyse göz korkutucu bir oyunculuk. İnsanın aklını başından alan bir teknik. Hassas, elle tutulur bir acının eksiksiz tasviri, hastalık, keder ve yalnızlık. Bir de perdeyi kırmızıya bulamak.”
Forbidden Games (Rene Clement, 1952)
“En sevdiğim aşk öyküleri arasında ilk üçe girer. Narciso Yepes’in efsanevi müziği, bu çocukluk aşkının ününe ün katıyor ve büyüsüne katkıda bulunuyor ama film mükemmelliğin vücut bulmuş hali. Sanatsal yönden özenli ve ilham verici. Brigitte Fossey, sevecen ve inanılmaz olgunlukta bir performans sergiliyor; ve –şey- altı yaşında olmasına rağmen dişiliğin ta kendisi gibi görünüyor. 1940’larda Nazi işgalinden toplu halde kaçan Fransızları resmeden açılış sekansı harika. Gençliğe özgü örf ve adetler üzerine özgün ve hassas bir çalışma, çocukların dünyasının yaratıcı bir temsili. Büyüleyici bir zarafet ve şiirsel güzellik. Kalp kıran ayrılık sahnesi. Bu filme bayılıyorum. Fiyakalı bir eleştirmen olma isteği doğuruyor bende.”
The 400 Blows (François Truffaut, 1959)
“İlk âşık olduğum ve karşılığında sevildiğimi hissettiğim zaman. Temel olarak çocukluğum (bazı ince farklarla tabii ki), eminim evdeki kameraları nereye sakladıklarını merak eden sadece ben değilimdir. Jean-Pierre Léaud oyununun zirvesinde. Zamanla gerçekten kendine özgü oyunculuk kurallarını yarattı. Zihninde yarattığı kendi okulu ile birçok oyuncuya yeni kapılar açtı. Kimse ‘Léaud şu ya da bu filmde kötü oynuyor’ diyemez. Hayır. O Léaud’dur, bu kadar. Ayrıca onun yerine oynayacak birini düşünemezsiniz. Asla. Bu film kesinlikle isminin hakkını veriyor. Bizi uçuruyor. Benim yönetmen olmamı sağlayan filmin bu olduğunu söylediğimde çok da orijinal bir şey söylemiş gibi hissetmiyorum. Ve bana her zaman daha öğrenmem gereken ne kadar çok şey olduğunu hatırlatıyor.”
Taste of Cherry (Abbas Kiarostami, 1997)
“Çaresizliğin ve sessizliğin içinden geçen güçlü bir yolculuk. Ölümün ve hayatın anlamının muhteşem bir yansıması, hayatın bazen güzelliğini ortaya koyma şekilleri. Mesela dallarından birinde kendini asmak isteyen ama yabani çileklerin tadına varınca hayatın yaşamaya değer olduğunu hatırlayan bir adam tarafından sallanan bir ağaç ve o ağacın dallarından düşen kirazların tadı. Uzun süreli tek plan çekimler ve Kiarostami’nin meşhur araba sahneleri. Bir mücevher. Muhakkak izlenmeli. Şimdi, lütfen.”
The Cranes Are Flying (Mikhail Kalatozov, 1957)
“Yine öncü bir film. 1957. Müthiş bir aşk öyküsü. Ama bilhassa çok etkileyici bir teknik ustalığın ürünü. Nefes kesen vinç çekimleri, ağaçların birbirine karıştığı unutulmaz dönen alt açı çekimi ile verilen tüyler ürperten orman sekansları, başroldeki kadın oyuncunun kalabalığın içine dalıp sevdiği adamı aradığı, hareket halindeki bir tramvaydan çekilen şaşırtıcı kaydırma planı. Mükemmel sanat yönetimi, mükemmel ışıklandırma, kadın oyuncunun şimşek çakmasıyla kısmen aydınlanan yüzünü gizleyen rüzgârda salınan perdeler. Gerçek bir sanat eseri. Bu rolüyle Cannes’da ödül kazanan Tatyana Samoylova mükemmel, dokunaklı ve zamanına göre oldukça sade bir performans sergiliyor.”
Au Revoir Les Enfants (Louis Malle, 1987)
“Malle favori yönetmenlerimden biri. Türlerle flört eder, her türlü şeyi dener, dünyayı gezer, kurmaca filmleri övülmesine rağmen ilk aşkı belgeseli boşlamayı reddeder. Yönetmenin özüne ve geçmişine yakın bu film, II. Dünya Savaşı Fransa’sında geçen, güçlü bir yetişkinliğe adım atış filmi. Gün ortasında sıkça bu filmden sahneler gelir aklıma, annenin olduğu restoran sahnesi gibi zarafet anları. Fransız askerler mekâna dalarlar ve içerdekilere hüviyet sorarlar. Masasında sessizce yemek yiyen yaşlı bir Yahudi adam bulurlar ve onu azarlamaya başlarlar. Okumayı bilip bilmediğini sorarlar. Genç bir Fransız subay, küstahça mekâna Yahudilerin girmesinin yasak olduğunu söyler. Birden restoranda bulunan herkes askerlere bağırmaya başlar, hakaret edip mekânı terk etmelerini ister. Müşteriler arasında oturan Alman subaylar ayağa kalkar ve Fransız askerlerin mekânı terk etmelerini emreder. Güçlü bir dönüm noktası. İşte bu tam Malle’a özgü, hazır bekliyor ve yine darbeyi vuruyor. Kontrast, antagonizm, duygular, kaba duygular. Amaçladığı bu. Elimize geçen de bu.”
Beauty and the Beast (Jean Cocteau, 1946)
“Sene 1946. Bu film nasıl mümkün olabilir? Bugün sıradan olan bütün teknik efektler, o zamanlar devrimciydi. Ve Cocteau da tam olarak buydu: bir devrimci. Bütün o küçük zeki buluşlar: duvarın içinden geçen kollarla tutulan şamdanlar, aynaların güçleri, mıknatıs gibi ele doğru çekilen inciler, finalde uçmaları. Bin dokuz yüz kırk altı! Bu filmi sevmek, muhtemelen cinsel kimliğin radikal bir ifadesidir. Bunu biliyorum. Neyse. Bin dokuz yüz kırk altı. Evet, doğru.”
Mala Noche (Gus Van Sant, 1986)
“Van Sant benim kahramanımdır. Bu film onda sevdiğim her şeyin bir araya toplanmış halidir: harikulade kamera oyunları, sesi kesilmiş ve tatminsiz kalmış aşk(lar), nefis araba sahneleri. Dış ses, heyecan verici ve gerçektir, asla işe yaramaz ya da lüzumsuz değil. Özgün, samimi, evrensel ve asla yaşlanmayacak bir film.”
The Discreet Charm of the Bourgeoisie (Luis Bunuel, 1972)
“Burjuvaziye karşı tadına doyulmayan bir saldırı. Lezzetli performanslar, şaşırtıcı dönüm noktaları, inanılmaz bir final ve her Bunuel filminde karşılaştığımız detaylardaki titizlik. Ve bunların her biri, ahenkli bir bütünü oluşturarak filmin büyüsüne katkıda bulunuyor. Varlıklı insanlar hakkında özellikle eğlenceli, garip ve entelektüel bir eser.”
Murat Kızılca