Ustalardan sinema dersleri ve sinema üzerine sohbetler; ister bu işe yeni başlayanlar, ister yol almış olanlar, ister sadece sinema izleyicisi olanlarca büyük ilgi ile takip ediliyor, esin kaynağı oluyor. Bu ay ki yazımda Nuri Bilge Ceylan’ın Altın Palmiye aldığı yıl, 2. Rotterdam Kırmızı Lale Film Festivali’nde seyircisiyle bir araya geldiği söyleşiden parçalar aktarmaya karar verdim.
Belki de diyeceksiniz ki; iyi de bu eski bir söyleşi… Evet, bu söyleşi geçmişte yapılmış bir söyleşi ama eski değil. Arada geçen zaman içinde usta yönetmen Ahlat Ağacı ile karşımıza çıktı. Yeni filmi hakkında yazıldı çizildi, söylendi. Belki de yeni filmini bu söyleşinin ışığında bir kez daha izler, zihninizden geçirir, sorular sorar, sorularınıza cevap bulur, ilham alırsınız… Belgeselciyiz ya, üzerinden zaman geçtikten sonra yeniden sormak, soruları çoğaltmak, bir daha okumak, izlemek önemli bizim için… İşte bu yüzden, çeşitli kültürlerden gelen seyirciden ve gazetecilerden sorulardan oluşan bu söyleşiyi bir de Cinedergi okuyucuları için yeniden derledim…
Sinemaya başladığınızdan beri filmlerinizin temposu her zaman tartışma konusu oluyor. Filmlerinizin zamanlarını ayarlarken, filmin temposunu neye göre belirliyorsunuz?
Filmin temposunu büyük oranda kurguda beliriyor ama tabii ki yazarken de, çekerken de karar veriyorum. Bu tempo, bu yavaşlık tamamen iç dünyamla ilgili bir şey. Bir filmi yaptığımda bana hızlı olmuş geliyor. Sonra bakıyorum yazılanlara yine yavaş diyorlar. Benim iç tempom yavaş biraz her halde. Herkes gibi ben de kendi izlemeyi sevdiğim filmler çekmeye çalışıyorum. Bir yavaşlık hesabı, hız hesabı kesinlikle yok. Ben tamamen refleksif olarak meselemi anlatmaya çalışıyorum. Sonuçta ortaya bir film çıkıyor. Yavaş filmler dünyasına ait olayım diye bir hesabım hiç yok.
İlk filmlerinizde çok az diyalog vardı. Son filmlerinizde daha çok diyalog var. Bu bir devrim mi Nuri Bilge Ceylan sineması için?
Valla pek çok soruya vereceğim cevap gibi, tam olarak cevabını bilmiyorum. Bunlar çoğu zaman sezgilerle verilen kararlar oluyor. Kasaba filminde çok uzun diyaloglu bir bölüm vardır, çok iyi beceremediğimiz bir bölüm. O sahneyi yaşatamamış olmak beni çok korkuttu o zaman. O yüzden bir süre diyalogdan kaçmış olabilirim, ben beceremiyorum bu işi, diye. Ama o sahneyi çekememiş olmak bana sinemada çok şey öğretti. Bunun nedenleri üzerine çok düşünmek ve araştırmak zorunda kaldım. Hayattaki gerçek diyalogları gizli gizli kaydettim. Onların yapısını inceledim diyaloğu oluşturan şey nedir diye. Diyaloğun doğallığına çok takmıştım o zamanlar. Birçok yönetmen için de bir meseleydi o zamanlar Türk sinemasında. Ama bugün Türk sinemasında doğal diyalog sorunu yok bence. Pek çok yönetmen, genç yönetmenler sıkıntı yaşamıyor bu konuda. Neyse. Tam da geldiğim bu noktada diyalogda doğallık o kadar da önemli görünmemeye başladı bana nedense. Bir Zamanlar Anadolu’da da çok uğraştım bu işle, biraz daha fazla diyalog vardı ve onların birbirinden çok farklı kasabalı karakterlerin ağzına oturtturulması gerekiyordu. Onda da Çehov’dan yararlandık, en az bu filmdeki (Kış Uykusu) kadar. Bir Zamanlar Anadolu’da’dan sonra bu filmde, o filme ait daha farklı bir dünya yaratma özgürlüğünü istedim biraz. Tıpkı bir romancının daha özgür hissetmesi gibi diyalog konusunda. Sinemada da sırıtmayacak bir hale getirilebilir mi diye. Çünkü bana diyaloglar da çok keyif verir zaman zaman bir Çehov oyununda olsun ya da bir Dostoyevski romanında, Shakespeare oyununda falan… Bazen bir şeylerden sıkılıyorsunuz, bir şeyler deniyorsunuz. Girmediğiniz bölgeler, hala anlatmak istediğiniz, sizin için çok önemli, başat olan şeyler barındırıyor. Girmek istiyorsunuz, sırasını bekliyor bir şekilde. Herkes gibi ben de sürekli sorularla yaşıyorum. Merak ettiğim kendimin de hâkim olamadığım, anlamadığım konularda film yaptığımı düşünüyorum. Kaldı ki, hiç bir şey bildiğimi de düşünmüyorum. Ben insanlarla konuşurken de çok şey anlatmam, daha çok dinlerim.
Uzun diyaloglar konusunda profesyonellerle çalışmak daha mı avantajlı?
Amatör oyuncuyla da, profesyonel oyuncuyla da çalıştım. İkisinin de özelliklerini biliyorum. Amatör oyuncuyla çalışıyorsanız çok doğal, çok sahici şeyler almanız mümkün. Ama yazdığınız diyalogları kesinlikle değiştirmeniz lazım, sürekli. Onun yapabileceği, onun ağzına oturabilecek, sürekli yeni şeyler keşfetmek zorundasınız. Ama Kış Uykusu’nda biz yazdığımız diyalogları aynen istiyorduk. Çok dikkatli yazdık, tek bir kelimenin bile değişmesi, vurgusu bizim için çok önemliydi. O yüzden amatör oyuncu düşünülemezdi. Bir de amatör oyuncu zannedildiği kadar kolay değildir. En beklemediğiniz konularda sorun çıkarır. Çok naz yaparlar, mesela! Bu filmde iki üç tane amatör vardı. Bir hizmetçi karakteri var, bir otelde. Yani üçüncü çekimi yapmaya kalktığınızda: “Neden? Bitmedi mi? Niye olmadı? Ne gerek var?” diye soran birisi. Ama profesyonellerde ellinciyi çekseniz de hala elli birinciyi çekmek için bir iştah görüyorum. O da insanın hoşuna gidiyor doğrusu.
İlk filmlerinizde kullandığınız oyuncular genellikle ailenizden kişilerdi. Son filmlerinizde ise profesyonel oyunculara yöneldiniz. Bu bir tercih mi? Yoksa ?..
Aslında öyle çalışmak biraz şansa başladı. İlk filmim Kasaba’yı çekerken kendime güvenmiyordum. Kimse görmeden, rezil olmadan, hemen aile içeresinde bir deneme gibi bu işi halledivereyim düşüncesi. İlk kısa filmim Koza’yı da deneme gibi çekmiştim ama onda diyalog yoktu. Kasabayı’da aynı şekilde yaptım, bu defa da sesli çekemedik. Asıl sır olan sesli çekmek, düşüncesi denenmemiş oldu. Mayıs Skıntısını’da yapmak zorunda kaldım gerçekten ne olduğumu, kim olduğumu anlamak için. Bu işe yeteneğim var mı, yok mu? Mayıs Sıkıntısı’na geldiğimde bu işi sevmeye başladım. Yakınlarınızla film çekmek incelik yaratıyor. Çünkü zayıflıklarını, karakteristik özelliklerini biliyorsunuz. Bir çekim anında hatırlıyorsunuz ve kullanıyorsunuz. Bir noktadan sonra kendinize güven başlayınca, sizin için daha başat, daha karanlık, daha gizli, daha bilinmeyen bölgelere girme arzusu başlıyor. O korkularınız da yenilmiş oluyor o süreçte. Ben de ki süreç böyle oldu. Bu benim tamamen kişiliğim ile ilgili bir şey.
Filmlerinizi büyük bir beğeni ile izliyorum anacak karakterlerinize gıcık oluyorum? Sizdeki duygu nasıl? O karakterler nasıl oluşuyor?
Aslında doğru söylüyorsunuz. Ben gıcık olma potansiyeli yüksek karakterlerle uğraşmayı tabii ki seviyorum. Anlamaya çalıştığım karakterler de onlar. Gıcık olma duygumuzun ardında kendimizi koruma güdüsü bazen yatar. Mesela alaycı birine gıcık oluruz ama ondan korkarız da. Gıcık olduğumuz karakterlere gıcık olmakla hayran olmak arasında aslında ince bir çizgi var. Bir lafla, bir tek şeyle öbürüne bir anda dönüşebilir. Filmlerle ilişkimizde böyledir insanlarla olduğu gibi. Sinema yazarlığının önemi de belki burada, bir şey hep göründüğü gibi değildir. Anlamı birden değişebilir. Sanat eserleriyle ilişkide ben katalizörlerin çok önemli olduğunu düşünüyorum. İyi bir sinema yazarının da böyle bir katalizör olabileceğini düşünüyorum. Ben kendi tarihimden biliyorum. Hem insanlarla hem sinemayla ilişkimde. Bugün en sevdiğim filmler, en hayran olduğum insanlar önce en gıcık olduklarım aslında. Yani ilk görüşte sevdiğin bir insanı uzun süre sevemezsin. Kısa vadeli olur. Genellikle öyledir. Filmde de öyle . Hep yarısında çıktığım filmler sonradan hayatımın en önemli filmleri haline gelmiştir. Ya da yıllarca sinir olduğum bir insan, ilişkinin bir anda yön değiştirmesiyle en iyi arkadaşlarımdan biri olmuştur. Öyledir hayat, sürekli kendimizi koruyarak, kollayarak sağ kalmaya çalışıyoruz aynı geminin içinde. Tehlikeli bulduğumuz insanları, belli bir formülasyonla hayatımızdan uzak tutmaya çalışıyoruz, kafamızın içinde. Ben ilginç bulduğum, kendime göre anlaşılmaz bulduğum karakterleri filme koymaya çalışıyorum, sevgi duymuyorum, öyle bir kriterim yok. Onlara, sevgi duymam gerekmiyor daha doğrusu. Bir de karaktere sevgi duymak tehlikelidir sinemada. Ona iltimas geçmeye kalkarsınız falan…
Senaryo yazım süreçlerinizden bahseder misiniz?
Karmaşık bir durum. Başladığımda imkânsız gibi. Bir nehir gibi… Bir nehrin doğuşu gibi oradan buradan bir sürü damlalar küçük derelere dönüşüyor. Bir bakıyorsunuz bir gün yorgun bir ırmak akıyor. Nasıl ortaya çıktığı konusunda fazla bir fikrim yok. Her senaryoda da değişiyor bu. Bazısında bir görüntü başlatabilirken bazısında bir söz, bir fikir, bir öykü… Eninde sonunda her şey. Daha doğrusu bir sanat yapıtının ortaya çıkması gibi bir kolaj, bir sürü şeyin harmonik, uyumlu biçimde bir araya gelmesi. Ama senaryo yazımı benim için didaktik bir süreç. Senaryo yazımı sırasında insan daha akademik düşünüyor sanki biraz. O yüzden senaryo yazımını sette de kurguda da devam ettirmek gerektiğini düşünüyorum ya da bunu yapabileceğim bir esneklik yaratmaya çalışıyorum. Senaryodan hiçbir zaman emin olmuyorum. Çekimde daha iyi bir şey arıyorum. Kurguda çalışmayabileceği korkusu beni çekimde çok farklı alternatiflere yöneltiyor. Çünkü insan psikolojisi o kadar tahmin edilmez ve bilinmez bir şey ki kurguda neyin çalışacağına emin olmak gerçekten çok zor. Muhakkak hepimiz bir tür maskeyle yaşıyoruz; toplumsal hayatta bu maskenin nasıl kendi duygusunu gizlemek, başkalarını kandırmak ve bir sürü şey için ne şekiller alacağını bilmek, bütün o detaylar insanın senaryo aşamasında tümüyle hâkim olabileceği bir konu değil. Hiç aklınıza gelmeyecek bir yüz ifadesini başka bir şeyle çarpıştırdığınızda sadece duygusal olarak, etkisel olarak, ‘İşte bu insan doğasına daha uygun,’ diyorsunuz mesela. Hiç düşünmediğiniz bir şey. Onun için kurguya biraz fazla malzemeyle girmek gerektiğini düşünüyorum. O nedenle de son filmde bayağı bir malzeme çektik, 200 saatlik çekim var. 3 saatlik bir film için.
Nuri Bilge Ceylan deyince ilk akla gelen şey söz değil görüntü. Dünya sinemasında görsel olarak hakiki bir üsluba sahip olduğu kabul edilen yönetmenlerden birisiniz. İşte o plan, o ışık, o kompozisyon, o üslup nasıl oluşuyor? O üslup nasıl oluştu?
Öncelikle güzel sözleriniz için teşekkür ederim. Valla kendimi ifade etmek konusunda görüntüler yerine sözlerde daha becerikli olduğumu düşünseydim hiç sinemaya bulaşmazdım. Çünkü yalnızlığı seven bir insanım. Bir romancının yalnızlığını, bir edebiyatçının yalnızlığını her zaman kıskanmışımdır. Ama bu konuda çok yetenekli, becerikli değilim, sözleri kullanmak konusunda. Görüntülerde de reflekslerim daha gelişmiş. Daha doğrusu film yaparken görüntü konusundaki kararları daha çok reflekslerle veriyorum. Uzun düşünceler harcamama gerek olmuyor. O yüzden fotoğraf, sinema gibi sanatlara mahkûm kaldım. Hatta doğama çok daha aykırı bir üretim süreci var sinemanın. Pek çok insanla cebelleşmek zorundasınız, bittikten sonra bile. Fakat onları nasıl yaptığımı da bilmiyorum ayrıca, görüntü konusunda gerçekten hiçbir stratejim yok. Ben senaryoda şuradan çekerim, buradan çekerim diye çok düşünmem. Hele bunca filmden sonra… Çok rahat sete giderim nereden çekeceğimi bilmeden. O setteki elemanlar, odanın şekli falan hemen nasıl çekeceğim konusunda kafamda şekillenir. Çok çeşitleme yapmam, kamerayı oraya koy, buraya koy gibi bir çeşitleme değil de oyuncuların oyunlarında, söyledikleri sözlerde, mimiklerinde özellikle bir çeşitleme yaparım. Tekrarla oluşan şeyler, anlatabileceğim, analitik biçimde ele alabileceğim konular değil. Ama stil konusu benim için çok önemli. Bir filmin anlatım şekli, neredeyse içerikten daha önemlidir. Çünkü yani hayatımızda bile bir insan size bir şey söyler, dinlemezsiniz, ikna olmazsınız ya da çok şey ilgilenmezsiniz. Ama başka biri başka bir şekilde söyler başka bir ilgi uyandırır. Söyleyiş şekli çok önemlidir, her şeyde. Dolayısıyla bir insanı belli bir dünyaya sokmak için bir yol bulmak zorundasınızdır. Biz bir olayı anlatırken bu yolu sürekli araştırırız, insanlar üzerinde daha etkili olmak isteriz, söylediklerimiz dinlensin isteriz. Bunu hayatta nasıl arıyorsak, sinemacı da söyleyeceği yolu bulma, stil konusunda kafa yormak zorundadır. Bu konu en çok dikkat ettiğim şeydir, ama içsel bir süreç. Dikkat ederim ama yine de kendiliğinden olan bir şey. İzah etmem biraz zor ama böyle bir şey. En önemli şey benim için, özellikle kurguda çok dikkat ederim. Bir yönetmenin eninde sonunda bir filmde hesabını veremeyeceği bir tek karenin olmaması gerektiğini düşünüyorum. En küçük ayrıntının da hesabını verebilirim. Hata da olabilir bu önemli değil. Sonradan pişman olduğum şeyler de olabilir. Kurguya çok zaman ayırırım çünkü ufacık bir şeye dikkat etmezseniz o yirmi yıl sonra bile gözünüze batmaya devam eder.
Filmlerinizi yaparken yurdumun içinde bulunduğu ortam sizin çıkış noktanızı oluşturuyor mu?
Muhakkak ki etkisi oluyor. Etkilememesi mümkün değil. Her sanatçı için bu farklıdır. Kimi sosyal meselelere dikkat çekmek için film yapabilir ya da roman yazabilir. Bazıları da bunu çok arka planda farklı şekillerde yapıtlarına katar. Çok karmaşık bir ilişki var orada. Mesela Van Gogh, yoksulluğun, sorunların çok fazla olduğu yıllarda buralarda yaşamış. Ama çiçek resimleri de yapmış. İç dünyasına yansıyan bütün o şeyler stiline de girmiş. Yani her sanatçı için bu etki vardır. Çok farklı şekillerde dışa vurur. Tek bir şekilde olmasını da zaten bekleyemeyiz. Bu çok sıkıcı olurdu. Sosyal meselelere değinmek ya da daha çok farkındalık yaratmak gibi gazetecilerin daha iyi yapabileceği bir işi, ben bir sanatçının birincil görevi olarak görmüyorum. Kaldı ki sinema gibi bir sanatta güncelliği takip etmek iyice zor. Bir gazeteci yazısını yazar ertesi gün çıkar. Bir filmin ortaya çıkması 3 yıl sürüyor. Takip etmesi çok zor, o meseleler hızla değişmiş oluyor.
Şu ana kadar yapmak isteyip te, politik nedenlerle ya da film endüstrisinin yapısı nedeniyle yapamadığınız bir film oldu mu?
Hayır. Film yapmaya çalıştığım günden beri en itina ile korumaya çalıştığım özgürlüğüm oldu. Yaptığım filmin süresi bile, film endüstrisinden gelecek ticari baskıları önemsemediğimi gösteriyor. Sanatçılar en iyi yapıtlarını tamamen özgür olduklarında verirler. Sanatçının sorumluluğu meselesini de her zaman özgürlük için feda edebilirim. Bu sorumluluk bir şekilde bir takım beklentilere, dışarıdan gelen etkilere göre film üretmeye neden olabilir. Benim yapmak istediğim şey başkalarının işine gelmeyebilir. Biz sonuçta insanların yüzleşmek istemeyebileceği, memnun kalmayabileceği konuları ortaya çıkarmak isteyen, motivasyonunu burada bulan insanlarız. Değilsek bile öyle olmalıyız bana göre. Kendisi için en problemli, en başat bulduğu konular üzerine karalılıkla gitmelidir sanatçı. Aksi takdirde ne iyi bir eser üretebilir ne de yaptığı iş samimi olur.
Sizin filmlerinize baktığımızda her seferinde yeni bir şey deneme özelliğiniz de var. Cesur bir yönetmensiniz deneme konusunda. Bu konuda ne söylersiniz?
Kendi en sevdiğim yönetmenlere baktığımda çok da denemeci tipler olduğunu düşünmüyorum. Mesela Ozu denemeci bir insan değildir. Hep aynı filmi çekerdi, ama sadece giderek daha sofistike bir hale getirdi. Son filmleri iyice rafinedir. Keza Bresson öyledir, nitelikleri son filmlerinde ortaya çıkmaya başladı. Cesaret tek başına saygı duyulacak bir şey değil bana göre. Nereye gittiğine bakmak lazım. Sonuçta aptal cesareti diye de bir şey var. Sofistikeleşmeye başladığı zaman bir sinema içten gelen bir yere doğru gitmeye başladığını görüyorsunuz. İçten baktığım zaman kendimi çok cesur görmüyorum, tam tersine çok korkak görüyorum. Onu da söylemem lazım. Sinema bir anlamda da korkuyla yapılan bir şey. Attığım her adım korkularla ve endişelerle de yaratılıyor. Daha sonra birisi cesaret diye de nitelendirmiş olabilir ama aslında süreç öyle işlemiyor. Sinema cesaretle yapılan bir şey değil bence, tam tersine sorular, korkular, kaygılar, zayıflık, yalnızlıkla yapılır. Bir sanatçının yalnızlık hissettiği için üretim yaptığını düşünüyorum. Benim için de en büyük meselelerden biri o. O korkunç yalnızlıktan kurtulmak için biraz… Neyse. Bunlar derin konular…
Yılmaz Güney’den 32 yıl sonra Altın Palmiye ödülünü alan Türkiyeli bir yönetmensiniz. Böyle büyük bir ödülü almak nasıl bir duygu?
Böyle bir ödül almak tabii ki güzel bir şey, yadsıyamam. Mutlu oldum, onur duydum. Çok korkutucu bir şey aynı zamanda. Çünkü ben yalnızlığı seven bir insanım. Film yapma gücümü, kendimi yalnız hissettiğim bölgelerden alan biriyim. Bu tip şeyler sonuçta insanın bir sürü yapay ilişkiler şebekesiyle kuşatılmasına sebep olabiliyor. Bir havai fişek gibi büyük bir aydınlatma yaratıyor ama genellikle havai fişekten sonra insanın gözü kör olur gider. İyice bir karanlık gelir. Bunların bilincinde olan bir insanım. Ödülleri de çok abartmam. Bunları bir oyun gibi görmek oyunun bir parçası gibi görmek gerek sonuçta.
Bu ödülle birlikte size pek çok kapı açılacaktır, açılmıştır. Yurt dışında, yabancı oyuncularla film çekme düşünceniz var mı?
Bundan önce de çok teklif oluyordu. Bazen oyunculardan, bazen yapımcılardan teklif geliyor. Şimdiye kadar hiç düşünmedim, bundan sonra da düşüneceğimi sanmıyorum. Çünkü çok zor. Nasıl olacak? Çünkü bir yönetmenin dili, bir kültürün detayları. Kültürün detayları ile ilgilendiğim için benim sinema anlayışımda çok zor. Bir Türk’e baktığımda onun hangi bölgeden olduğunu, konuşmasından, kullandığı bir kelimeden, vurgusundan her şeyi anlayabiliyorum. Sonra bütün bunlar benim malzemelerim, dilim oluyor. Bunları kullanarak film yapıyorum. Mesela ben buraya geldiğimde bir Hollandalıya baktığımda onun kültürel detaylarını göremem, o zamanda filmime aktaramam. Bazı yönetmenlere daha uygun olabilir, kavramlar üzerinde film yapanlara falan ama benim için zor. Çok da kesin konuşmayayım ama belki bir gün başka bir şey yapmak isteyebilirim. Ama zor.
Semra Güzel Korver
Nuri Bilge Ceylan’i ve sinemasını kafamda oturtamıyordum.Ve malesef merakımın giderilmesi paylaşılan yazılan şeylerle sınırlı kalıyordu.Yazıyı okuyup bitirdikten sonra keşke bize okulda kurallardan ziyade iç güdülerimize güvenmeyi öğretselerdi dedim .Çoğu sorum cevap buldu.
Teşekkür ederim güzel sohbetiniz için.