Bırakın Çocuk Oynasın, yazılı kaynaklarda adı geçen ama pek çok araştırmacının bile aslını görme şansına sahip olamadığı, sinema tarihimize dair arşiv filmleri, efemera, fotoğraf, gibi görsel malzemeyi izleyiciyle buluşturan bir belgesel. Kıymetli bir arşiv ve bilgi kazısı.
1895’te Fransa’da ortaya çıkan ve hemen ardından Osmanlı coğrafyasına gelen sinemanın, Osmanlı topraklarındaki serüvenini anlatan yapımın süresi 122 dakika. Sinemayı bu topraklarla tanıştıranlara, ilk adımlarını atanlara da bir saygı duruşu niteliğinde.
Yapımcı Atalay Taşdiken. Yönetmenler Hacı Memet Duranoğlu ve Atalay Taşdiken. Kendileriyle filmleri hakkında bir söyleşi gerçekleştirmeyi ve sizlerle paylaşmayı nicedir istiyordum. Diyeceksiniz ki bu belgesel nisanda vizyondaydı ve üstünden zaman geçmedi mi? Evet doğru. Bazı yerlerde özel gösterimleri de yapıldı. Ve fakat, ve ama ; işte belgeseli belgesel yapan en önemli unsurlardan biri de bu zamansızlığı değil mi? Beni takip edenler bilirler ki sıkı sıkı gündem ve günceli takip ederek yazmıyorum. Heşle bu belgesel hepten zamansız. Her neyse… Atalay Taşdiken yeni kurmaca filminin mekan araştırması için İstanbul dışında olduğundan üçümüz bir araya gelemedik. Hacı Memet Duranoğlu ile sinemamızın başlangıç yıllarına ilişkin soruları çoğalttıkları Bırakın Çocuk Oynasın’a ve belgesel sinemya dair birazcık tatlı sert bir sohbet gerçekleştirdik.
Bırakın çocuk oynasın belgesel film fikri nasıl doğdu? Proje nasıl gelişti?
Ben Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema Mezunuyum. Mezuniyetimden yıllar sonra alanımla ilgili yüksek lisans yaparken sevgili hocam Prof. Dr. Meral Serarslan, sinemanın Osmanlı dönemine ilişkin macerasının biraz flu kaldığı, bir takım bilgilerin çelişkili olduğu, bu dönem üzerine kapsamlı bir proje yapılabileceğini gündeme getirmişti. Bunun üzerine bir proje yazdık ve projeyi hem Türk sinemasının değerli bir yönetmeni hem de yapımcı sıfatıyla Atalay Taşdiken’e götürdük. Atalay Hoca da sağ olsun projeyi sahiplendi. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü de kendi olanakları çerçevesinde projeye destek kararı aldı. Bunun üzerine sinema üzerine özel bir ilgisi olan sevgili arkadaşım Saadet Özen’le konuştuk, o da bütün bilgi ve birikimiyle projeye destek vereceğini söyledi. Ve 2017 başlarında proje için uzun bir yola çıkmış olduk.
Zengin bir arşiv kullanılmış. Arşivlere nasıl ulaştınız ve hangi koşullarla kullanım hakkı aldınız?
Belgeselde elbette zengin bir arşiv kullanıldı.
Elbette diyorsunuz ama ne iddialı belgeseller var arşiv konusunda ama bir bakıyorsunuz ki; 3-5 yeni görüntü bulmuş evire çevire kullanıyor bütün film boyunca….
Ben kendi adıma yıllar yılı belgesel film yapıyorum dolayısıyla arşiv görüntüsü, belge vs. konusunda gayet antrenmanlıyız. Bu tür çalışmalarda neyi nerede bulacağımızı az çok biliriz. Ama bu proje özelinde daha da büyük bir şansımız vardı, o da Saadet Özen’in projenin içinde olması. Şöyle ki, Saadet Özen hem kamera karşısına geçip projenin sunumlarını yaptı, hem de metinlerini yazdı. Bütün bunların ötesinde Saadet’in arşiv görüntü ve belgelerine karşı özel bir ilgisi de var. Dolayısıyla özellikle uluslararası film arşivlerindeki taramalar, buralarda bulunan görüntülerle ilgili Saadet Özen’in çok büyük emek ve katkısı oldu. Ayrıca Türkiye’de de önemli arşivlerden yararlandık. Başta TSK Foto Film Merkezi Komutanlığı arşivinden yararlandık. Osmanlı son dönemi ve Milli Mücadele yıllarına ilişkin proje için önemli görüntüler verdiler bize. Ayrıca Sinema Genel Müdürlüğü’nün önemli bir arşivi var. Bu arşivden de proje için çok kıymetli görüntüler alıp kullandık. Tabi kullanım izinleri her arşive göre değişiyor. Uluslararası bir arşivden görüntü satın almak istediğinizde görüntüyü nasıl bir filmde kullanmak istediğinizden, hangi mecrada yayınlanacağına kadar değişen şartları oluyor. Biz de belgeseli göstereceğimiz alanları düşünerek ilgili arşivlerle sözleşmeler yaptık.
Filmin sinematografik diline nasıl karar verdiniz? Bu grameri oluştururken nelerden ilham aldınız?
Belgeselin biçimine biz karar vermedik aslında, bizzat belgeselin kendisi karar verdi. Çünkü konu sessiz sinema döneminde geçen bir konuydu. Dolayısıyla o dönem sinemanın hem içerik özellikle de biçimsel olarak belli başlı şekilleri vardır. Sadece buna riayet etmek bizi sessiz sinema döneminin biçimsel özelliklerine yaklaştırdı ve ortaya böyle ara yazı formatlı bir belgesel çıktı. Belgeseli seyredenlerden özellikle filmin biçimine dair çok olumlu ve bizi sonraki işlerde cesaretlendirecek geri dönüşler aldık. O yüzden biçime karar verenler biz değil, sessiz sinema döneminin ustaları oldu desek yeridir. Bir de tabi şunu unutmamak gerekiyor, bir filmde sizin biçiminizi ele aldığınız konu belirliyor. Dolayısıyla siz bu konuda biraz duyarlı olursanız zaten öz, biçimi peşinden sürüklüyor. Burada tam da yeri gelmişken belgeselimizin hem afişini, hem izleyenlerin beğendiği o meşhur ön jeneriği yapan Harun Türkmenoğlu’nu anmamız gerekiyor. Harun Hoca, belgeselin görsel diliyle ilgili ara yazı formatlarına da imza atan kişidir. Sağ olsun, belgesel için dönemin sessiz filmlerini taradı, günümüze ve belgesele uyarlanabilecek bir çerçeve çizdi bize. Ortaya konan tasarımlar da sanıyorum izleyenlerin hoşuna gitmiştir.
Film 6 Nisan’da vizyona girdi, 3 hafta kaldı, 149 seyirci bilet alıp filmi izledi. Bu düşük seyirci sayısını neye bağlıyorsunuz? İstanbul’daki sinema-tv bölümlerini, bu alandaki araştırmacıları, akademisyenleri ve meraklılarını toplasak 149’dan hayli hayli fazla eder oysa ki…
Türkiye’de bir filmin vizyona girmesi piyasa koşullarından dolayı oldukça zordur. Türkiye’de bir belgeselin vizyona girmesi ise imkansız denecek düzeydedir. Piyasanın böyle olumsuz şartlar sunduğu bir zamanda ve mekanda biz belgeselimizi tek kopya ile olsa bile vizyona soktuk. Öncelikle bu önemli bir başarıdır.
Orası kesinlikle öyle. Bunu hepimiz biliyoruz zaten. Her belgesel film vizyona girme şansına sahip olmuyor. Belgeselcilerin hepsi bu dertten muzdarip. Ta baştan olumsuz koşulları düşünerek filmini sinemada gösterme çabasına girmiyor, giremiyor bile çoğu belgeselci.
149 seyirciye gelince: Bu belgeseli tek bir kişi izle bile bizim için çok kıymetliydi, kaldı ki 149 biletli seyircimiz var. Bu önemli bir rakam. Hele ki onlarca kurmaca film arasında vizyona girmeyi başarmış bir belgesel için. Belgeselin ilk gösterimi ve galası Ocak ayında Salt Gala’ta da yapılmıştı. Normalde gösterim bir salonda yapılacaktı ama talep yoğunluğundan dolayı ikinci bir salon açtılar. Oturacak tek bir boş koltuk bile yoktu. Şimdi bu bilgilerden hareketle şöyle diyebiliriz: Türkiye’de elbette bir çok sinema – tv bölümü var. Elbette onlarca öğretim üyesi, yüzlerce öğrenci var… Biz bir iş yaptık ve yaptığımız işin içeriği izleyenlere konuyla ilgili gerçekten hem yeni şeyler söylüyor, hem de işin eğitici-öğretici yanı ön planda. Biz ilgili insanların yararlanabileceği bir proje yapıyoruz, bunun için bir yıldan fazla bir süre uğraşıyoruz, yerli ve yurtdışı arşivlerini tarıyoruz, Makedonya’dan Fransa’ya kadar çekimler yapıyoruz ve sonuçta ortaya bir eser koyuyoruz. Eğer ilgili kişiler gelip de bu eserin kendilerine vaat ettiklerinden yararlanmıyorsa bu bizim problemimiz değil, onların problemi. Bu araştırmacılar için de geçerli, sinema eleştirmenleri için de geçerli.
Kısmen haklısın ama sanırım galaya gelmek daha kolay. Bir belgesel için bilet satın alıp, zaman ve çaba harcayarak gitmek zor geliyor seyirciye belkide. Nasılsa denk gelir, bir yerlerde izlerim diye mi düşünüyor? Ayrıca işin tanıtım kısmı da önemli. Bir de bu filmin izleyicisi kim? Sizi eleştirmek için söylemiyorum ama insan bir filmi en çok da seyircisi ile paylaşmak için yapar ya… Seyircisini bulmak, buluşmak ister ya… Tabii ki her seyirci tek tek kıymetlidir ya…
Kusura bakmayın ama burada şöyle bir örnek vermek istiyorum: Bir gün bir sinema eleştirmeninden bir mail geldi. Belgeselin izleme linkini istiyor. Belgeselin İstanbul’da galası olmuş, gelip izlememiş. Belgesel birkaç hafta vizyonda kalmış gidip izlememiş, ondan sonra evinden bana mail atıyor, link istiyor. Bizim onca ekiple aylarca gece gündüz emek vererek yaptığımız bir belgeseli, beyefendi hiçbir çaba sarf etmeden bana gönderin izleyim diyor. Böyle durumlar için rahmetli İsmet Paşa’nın meşhur sözünü hatırlarım: Hadi canım sen de..!
Filmin bundan sonraki yolculuğu ne olacak, meraklısı nasıl izleyebilir?
“Aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlar olacaktır” diye bir söz vardır. Arayan her şeyi bulur efendim. Arar, bulur, mutlaka izler. Aramazsan da evde oturup link beklersin sağdan soldan.
Anlaşılan bu mesele sizi hayli kızdırmış. Arayanlarla bir gün, bir yerde mutlaka buluşuruz diyorsunuz yani.
Belgesel sonbaharda Malatya Film Festivali’nde görkemli bir programla seyirciyle buluşacak. Ondan sonra festivallerden ve üniversitelerden gelen taleplere göre gösterim programları belirlenecek. Bu arada şunu söylemeden geçemeyeceğim: Ben tarihin tartışılmasını severim. Tartışmak bir konuyu gündeme getirmektir, öyle ya da böyle o konuyla ilgili insanların dönüp birkaç kitaba, esere bakması demektir. Son yıllarda bu tartışmalardan hareketle önemli dönemsel diziler yapılıyor. İzlersiniz, izlemezsiniz ama sonuçta ortaya yeni konular, yeni tartışmalar, yeni ilgi alanları çıkıyor. Bu anlamda Osmanlı İmparatorluğu tarihine ilişkin ilgi revaçta. Bizim belgeselimizin konusu da Osmanlı son döneminde bu topraklara sinemanın gelmesi… İzleyen herkes belgeseldeki bilgilere şaşırdığını söylüyor, herkes belgesel hakkında övücü şeyler söylüyor, ben de diyorum ki: Osmanlı’yı seven beri gelsin… Çünkü herkesin övdüğü, izlediğinde bir çok yeni görüntüyle karşılaştığı bu belgeseli yayınlayacak bir televizyon kanalı arıyoruz. Bir televizyon kanalının bir gün içinde ne kadar gerekli gereksiz program tükettiğini hepimiz biliriz. Lafa gelince herkes belgesel izliyor… Buyurun bir belgesel var elimizde… Hem de epeyce sıkı bir belgesel… Yayınlayacak cesur kanallar arıyoruz!
Osmanlı’yı seven beri gelsin diyorsunuz… Bu filmin Osmanlı’yı sevip sevmemekle ilgisi yok bence. Bu film bu topraklarda yaşayana herkesin Osmanlı’yı sevsin sevmesin sinema tarihimizin bir belgesi. Bence herkesi ilgilendiriyor. Bu coğrafyada yaşayan tüm milletlerin, halkların ortak tarihini, mirasını anlatan bir arşiv belgeseli. Peki belgesel sizin için ne ifade ediyor. Sizin belgesel film tanımınız ne?
Belgesel benim için bir yaşama biçimi… Eğitmenim, öğretmenim. Ondan ne zaman uzaklaşırsam cahilliğim artar, ona ne kadar yaklaşırsam cahilliğimi azaltırım. Ayrıca geçmişimdir belgesel. Hani sevdiklerim, kaybettiklerim. Sadece benim değil bütün bir ülke için. Gün gelir Sümerli bir çivi yazısı ustasına üzülürsün, gün gelir Kırşehirli usta bir zurnacıya… Kalbimiz, kaybedilmiş insanlar mezarlığıdır. Her şeyi önemli sanır toplar, saklarsınız. Okursunuz, araştırırsınız, onlarca yeni insanla tanışırsınız ama çoğu çoktan ölmüştür. İşte belgesel böyle bir şey olsa gerek. Düşünün ki, bugünlerde insanlar olabildiğince deniz kenarına, tatil köylerine gitmeye çalışıyor. Haklılar da. Ama biz önümüzdeki günlerde Bitlis’in Ahlat ilçesine gideceğiz. Niye mi? Bin yıllık bir mezarlığı çekmek için… Selçuklu Meydan Mezarlığı için… Belgesel ve belgeselci işte böyle bir şeydir.
Türkiye’deki belgesel sinemayı ve belgeselcileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Eksiğimiz, fazlamız, yaptıklarımız, yapamadıklarımız… ?
Yaşar Kemal’in İnce Memed romanının girişinde şöyle bir alıntı vardır: “Duvarın dibinde resmim aldılar / Ak kağıt üzerinde tanıyın beni”
Şimdi, Türkiye’de gerçek belgeselcilerin durumu biraz böyle… Maalesef lafa gelince, mikrofon uzatılınca herkes belgesel izliyor… Sanırsın ki, 80 milyonluk koca bir ülke belgesel izliyor. Normalde bu rakama Türkiye’nin televizyon kanallarının belgesel yetiştirememesi gerekiyor. Ama siz bir belgesel yapıyorsunuz bunu yayınlamak için bir Allah’ın kulu “yav arkadaş hele bir adım beri gel” demiyor. Hal böyle iken ne ben eksiğimizi söyleyeyim ne de siz fazlamızı sorun. Rahmetli Neşet Ertaş’ın deyimiyle “azımızı çoğa sayın efendim”.