_R7A0483.jpg

Bu hafta vizyona giren Mary Shelley sinemasal kalitesinden çok Frankenstein’ı yazan kadın yazar Mary Shelley’in gerçek hayatının farklılığıyla öne çıkan bir film… Kesinlikle seyredilmesi ve tartışılması gereken bir yapım…

_R7A0483.jpg

Frankenstein’ı bilmeyen yoktur. Ama bu bilinirlik romandan çok öykünün sinema ile yığınlara ulaşmasıyla ilgilidir. Hal böyle olunca romandaki Frankenstein ile beyazperdenin Frankenstein’ı arasındaki fark önem kazanıyor. Sonuçta sinema edebi değerden çok aksiyonun hareket alanı. Ortalama bir izleyicinin Frankenstein dendiğinde hatırlayacağı şey onu yaratan bilim adamının çılgınlığı, bir erkek olan yaratığın kendine eş araması, bu yolculukta kontrolden çıkıp önüne geleni öldürmesi ve en sonunda da kendini yaratan doktoru katletmesidir. Halbuki roman başkadır. Roman yazarı Mary Shelley’nin daha 17 yaşındayken içinde bulunduğu entelektüel çevreyi gözlemlemesi ve eleştirmesiyle ilgilidir. Ağır bir dramdır. İyi bilimkurguların zaten fonksiyonu budur. Yaşanılan toplumsal düzenin geleceğine ve karanlığına bakar. Kişisel inancıma göre insan yaratıcılığının ve kendini incelemesinin, anlama çabasının en çarpıcı yoludur bilimkurgu. Hani deriz ya işin içindeyken bazen gerçekleri göremeyiz. İşte o kısır döngünün dışına çıkma şansını yaratır bilimkurgu türü. Ve Mary Shelley’nin de yaptığı budur. Bu hafta vizyona giren Mary Shelley filmi bunları hakkıyla anlatıyor mu sorusuna olumlu bir cevap veremeyeceğim. Bunun en büyük sebebi de yönetmen Haifaa Al Mansour. Ne yazık ki Mansour 1800’lerin başına, o dönemin entelektüel sınıfına ve kişilerine çok ahlakçı bir bakış açısıyla yaklaşmış. Tutup da bugünün aile yapısıyla, ahlak değerleriyle 1800’lerin başında yaşamış Lord Byron’ı anlamaya çalışırsanız işte filmdeki gibi bir Lord Byron çıkar ortaya. Hepsi düşük ahlak sahibi, duygusal olarak gaddar ve pespaye tipler. Halbuki işin gerçeği hiç de öyle değil. Aristokrasinin çöküşünü sağlayan veya çöküşünü anlayıp cumhuriyet, demokrasi, insan hakları, emekçi hakları, kadın hakları gibi mücadelelerin öncüllerini oluşturan bir entelektüel çevreyi oluşturur dönemin yazarları, filozofları, sanatçıları… Onların yaşamlarındaki bugünün değerlerine göre tanımlanacak çarpıklıklar o dönemin değerlerine bir isyandır. Üstelik bu değerli isimler kendi sosyal sınıflarına bu isyan bayrağını açmıştır. Yönetmenin filmdeki yorumunu seyrettiğinizde bu mücadelenin en küçük kırıntısını bile bulamıyorsunuz. Beni şaşırtan ise yönetmen Haifaa Al Mansour’un Suudi Arabistan’dan çıkan ilk kadın yönetmen olması. Toplumsal değerlerle verilen kişisel mücadelenin ne olduğunu bilen bir isim olması gerekir. Haifaa Al Mansour’un ilk filmi Vecide-Wadjda böyle bir konuya sahipti. Filmin bu çok önemli zayıflığını vurguladıktan sonra yapımı niçin değerli bulduğuma gelelim. Yazar Mary Shelley’nin hayatı, bir entelektüelin mücadele güncesi gibi. Film Frankestein’ın yazıldığı dönem ve onu tetikleyen Shelley’nin o dönemdeki yaşadıkları üzerine odaklanmış. Mary Shelley 1797’de doğmuş. Dikkatinizi çekerim 1797. Yani 1800 bile değil. Ve annesi bir kadın hakları savunucusu. Bunun hakkında kitap yazmış bir isim, keza babası da filozof ve yazar. 1700’lerin sonundaki bir mücadeleden bahsediyoruz. Bütün bu Avrupa’nın aristokrasinin içinden çıkan bu küçük zümreyi önemsiyorum. Bir hümanist ve demokrat olarak önemsememem mümkün değil. Ama günümüzde bütün bu mücadelenin ve kazanılan hakların, ivmenin nasıl gelip de Trump’a dayandığını anlayamıyorum. Veya Fransa, Almanya ve tabii ki İngiltere gibi ülkelerin geldiği faşist noktanın sebebini çözemiyorum. Daha 1816’da yalnızlaşan insanı anlatan romanlar yazan kadın yazarlara sahip bir medeniyet nasıl olur da insan haklarını bu kadar çiğneyen ve gaddarlaşan bir duruma düşer. Hani biraz zorlasak 1800’lerin başındaki entelektüel insan yapısının bugünden çok daha iyi olduğunu söyleyecek bir durumdayız. İşte bunları tartışmak için Mary Shelley önemli bir film… Son söz olarak filmin oyuncularından bahsedersek, Mary Shelley’i canlandıran Elle Fanning başta olmak üzere oyuncu performansları başarılı. Ama her birinin canlandırdığı gerçek hayattaki karakterlere yönetmenin haksızlık ettiğini düşünüyorum

FİLMİN KÜNYESİ

Yönetmen: Haifaa Al Mansour

Senarist: Emma Jensen, Haifaa Al-Mansour

Oynayanlar: Elle Fanning, Douglas Booth, Maisie Williams, Bel Powley

Yapım: 2017, İngiltere, ABD, 120 Dak.

Serdar Akbıyık
1967 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü'nü bitirdi. Erol Simavi Vakfı Gazetecilik Bursu'nu kazanıp iki yıllık eğitimden sonra Hürriyet Gazetesi'nde istihbarat muhabiri olarak mesleğe başladı. 1992 yılında Hürriyet Yazıişleri'ne geçti. 1993'te Spor Gazetesi'ni kuran grupta yer aldı. 1996'da Hürriyet Yazıişleri'ne döndü. 1999'da Star Gazetesi kuruluşunda bulunmak için Hürriyet'ten ayrıldı. 2000-2001 yıllarında Almanya'da Star Gazetesi'ni çıkaran grupta Yazıişleri Müdürlüğü yaptı. 2002'de Türkiye'ye dönüp Star Grubu'na bağlı olan ve yeniden yayımlanan Hayat Dergisi'nde görev aldı. Hayat Dergisi'nde ve Star Gazetesi'nde sinema eleştirmenliği yaptı. 2004 yılında Star Gazetesi Yazıişleri Koordinatörlüğü görevine getirildi. Halen Star Gazetesi İnternet Yayın Müdürlüğü ve sinema eleştirmenliğini sürdürmektedir. Star Gazetesi, Kral Müzik Dergisi ve internette çıkardığı Cinedergi'de sinema yazıları yayımlanmaktadır. 2007 yılında "Türk Sineması'nı Yönetenler" adlı yönetmenlerle yaptığı röportajları kapsayan bir kitap çıkardı.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.