“Fındıktan Sonra” 37. İstanbul Film Festivali’nde görmek istediğim belgeseller arasındaydı. Ancak saatini karıştırınca filmin sonuna gitmiş oldum. Ve fakat Pera Sanat Merkezi’nin kafeteryasında Ercan Kesal’ı arkadaşları ile sohbette görünce hemen yanına gidip “ maalesef filminizi kaçırdım” dedim. Kendisi bütün nezaketiyle linkini gönderebileceğini söyledi. Filmi izledim ve ardından belgeselden kurmacaya, sinemamızı konuştuğumuz bir sohbet gerçekleştirdik. Kendisinin yoğunluğu nedeniyle iki aşamada tamamlayabildik söyleşimizi. Hatta söyleşi arasında belgesel 29. Ankara Film Festivali’nde ikincilik ödülü aldı. Dizi çekimleri, “Fındıktan Sonra”nın gösterimleri, festivaller, yeni başladığı “Nasipse Adayız” adlı uzun metraj kurmaca filminin hazırlıkları derken sohbetimize sizi ancak katabildik.
Düzce’nin Çiçekpınar köyünde geçen belgeseli, 1930’lardan 2000’lere tarımsal emeğin ve köyün toplumsal yapısının nasıl değişip, dönüştüğünü anlatıyor. Çiçekpınar köylüleri, önceleri kendilerine yeten, dayanışmacı, toplumsal bir yapıda yaşarken, sonraları ise herkesin kendi işinden sorumlu olduğu, mevsimlik işçilerin çalıştığı bir toplumsal yapıya geçiş yapıyorlar. Sade, sakin, bağırmayan, unutulan değerleri hatırlatan bir film…
“Fındıktan Sonra” belgesel projesi nasıl oluştu? Derdiniz neydi yola çıkarken?
Bu filmin hikayesini başlatan Prof. Dr. Bilsay Kuruç’tur. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde hala master ve doktor programlarında ders veren bir duayen hoca. Hoca’nın doktora öğrencisi Melek Mutioğlu Özkesen’in tezini okuduktan sonra söylediği cümle: “Bunu Ercan Kesal okumalı mutlaka. O sana başka şeyler de söyleyecektir.’’ Melek bana bir mail yazarak bunları anlattı ve tezini okumam için gönderdi. Okudum ve film yapmaya karar verdim. Melek’le yazıştık, buluştuk. Hızla ekip kurdum, fındık hasat zamanını kaçırmamam lazımdı. (15-30 Ağustos) Köyün hikayesi mikro düzeyde de olsa sıkı bir kapitalizm eleştirisi içeriyordu. Dayanışma ruhunun nasıl kaybedildiğini, nasıl birbirinden habersiz yaşayan bireylere dönüştürüldüğümüzü ve tüm bunların daha iyi bir hayat arzulamaktan başka derdi olmayan Çiçekpınar köylülerinin nasıl başlarına geldiğini anlatıyordu. Belgeselde ben de bunu göstermeye çalıştım.
Belgeselin görsel tasarımını nasıl oluşturdunuz, kimlerle çalıştınız? Prodüksiyon imkanları nasıl oluştu?
Tezde ağırlıklı olarak yapılan sözlü tarih çalışmasıydı. O izleği sürdürdüm ben de. Köyün ihtiyarlarına yeniden aynı soruları sorarak kayda aldım. Metin Kaya görüntü yönetmeniydi. Kurguyu Adil Yanık yaptı. Müziklerini Serdar Ateşer. Filmin sonunda Deli Domenico’nun tiradı (Nostalgia’dan) var, onu da Haluk Bilginer okudu sağ olsun. Kurguyla birlikte ‘’Fındıktan Sonra’’ belgeseli ortaya çıktı.
Baştan sona kendi öz kaynaklarımla finanse ettim. Herhangi bir mali destek almadım. Post aşamasında Atlas Film yardımcı oldu. Ekip arkadaşlarım da elbette özverili davrandılar.
Yani filmde bahsi geçen kavramlardan biri olan “imece usulü” gibi olmuş biraz. Zaten günümüzde ne kadar prodüksiyon koşulları bulsanız da, yaratsanız da; özellikle belgesel üretmenin bir yolu da bu ya.
Film seyirciyle buluştuktan sonra nasıl bir iletişim doğdu aranızda? Sizi şaşırtan ya da “evet tam da anlatmak istediğim buydu” dedirten tepkiler aldınız mı?
Tam da beklediğim gibi geri dönüşler aldım. Naif ve fazla gürültüsü olmayacak bir meselesi olduğunu biliyordum.
İyi belgeseller kurmacaya akraba filmlerdir, iyi kurmacaların da olabildiğince belgesele yaklaşmasının elzem olduğu gibi. İkisinin buluştuğu moment ideal sinemanın ipuçlarını veriyor bence. Bu mantıkla yaklaştım belgesele. Anlatılanların objektif olmasının altını çizerken kendi öznel dünyamın duygusallığından da hiç vazgeçmedim.
Fındıktan Sonra’nın bundan sonraki yolculuğu nasıl olacak? İnsanlar nasıl izleyebilir belgeseli?
Film ilk olarak Almanya Nurnberg Film Festivali’nde açılış filmi olarak gösterildi. Yani dünya prömiyerini orada yaptı. Ardından Boston Türk Fimleri Festivali’nde gösterildi. Türkiye’deki ilk gösterimi İstanbul Film Festivali’nde oldu. İkincisi ise Ankara Film Festivali. Ankara’da ikincilik ödülü aldık. 2 Mayıs’ta İşçi Filmleri Festivali’nin açılış filmi olarak seyredildi. Biraz daha sürebilir festival yolculuğu. En önemlisi Çiçekpınar köylüleri ile birlikte seyrettik 28 Nisan’da köydeki bir restorana kurulan perde düzeneğiyle. Çok etkileyiciydi doğrusu. Bir süre sonra herkesin izleyebileceği bir platforma bırakacağım filmi.
Belgesel filmler sizin için ne ifade ediyor? Gerek izleyici gerekse üretici olarak.
Sinema gerçeğin yeniden icat edilmesi ise eğer gerçeğin bizatihi kendisi de belgeseldir. Tüm iyi sinemacıların belgeselci bir geçmişleri var ve bu bana çok doğru bir başlangıç olarak geliyor. Kieslowski, Dardenne Kardeşler, Haneke, Kiyarüstemi, Ken Loach… Hepsinin geçmişinde belgeselcilik var. Belgesel çekmeyi sadece başlangıç olarak da düşünmek haksızlık elbette. Hep olacak ve olmalı. Hayat gibi. Kurmacayla buluşacak. Ama belgesel çekim süreçlerinde bir sorun var bence. Anlatmak istediğiniz ya da göstermek istediğiniz hikayenin kahramanları kamerayı gördüklerinde kapanıyorlar. Kurmaca bu yüzden daha pratik ve sonuç verici. Kiseklowski ‘’belgeselin kendi kazdığı çukura düştüğünü’’ söyler. ‘’Aşkla ilgili bir film çekiyorsam insanlar sevişirken odalarına dalamam ama konulu filmde sevişen bir çift gerekiyorsa onları sorunsuzca bulabilirim’’ der.
Belgesel ile kurmaca arsındaki en ince çizgi de bu belki. Gerçekle, kurulan arasındaki çizgi. Belgesel ile kurmaca film arasındaki farkı siz nasıl tanımlarsınız? Her iki türde de üreten biri olarak.
Kurmacayı uçağa, belgeseli de kuşa benzetiyor Tarkovski. Uçaklar üzerine pek çok şey söyleyebiliriz ama kuşlar hala uçmaya devam ediyor. O’nun hafızası çok daha güçlü. Biz sonradan kurmacayla uyduruyoruz, değiştiriyoruz belki daha hızlı, belki daha estetik bir şeyler yapıyoruz ama önünde sonunda yine ilham aldığımız şey kuş ve kuş uçmaya devam ediyor.
Herkes belgesel izliyor, herkesin çekmek istediği bir belgesel projesi var ama… Belgesele destek olmak, yer vermek adeta azizelikle eş değer oldu… Belgeselin sinemanın “üvey evladı” olduğunu söyleyen pek çok belgeselci var. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Maalesef belgeselin seyircisi yok. Ama bir paranın dönüşümü de şart. Aslında bir şeyi niye yapıyorsunuz? Biraz da tırnak içerisinde tüketicisine ulaşmak için yapıyorsunuz. Popüler kültür içine hapsedilmiş, sürekli bunun bombardımanı altında yaşayan kitleye başka bir sinema evreni sunmaya gayret ettiğinizde mutlaka zorlukla karşılaşacaksınız. Bu işin biraz da esprisidir ya, “siz ne yaparsınız?” diye sorduğumuzda: “Ben dizi seyretmem ben belgesel seyrederim.” Aslında “ben belgesel izlerim” kendi içinde tuhaf bir ironiyi barındırıyor. Şöyle: “Ben aslında heyecandan falan uzak daha bilgiye dayalı, belki biraz tatsız tuzsuz ama ben bir başka sinema evrenindeyim onu talep ediyorum. İşte oraya razıyım demek gibi bir şey.” Hiç de öyle değil. Bu yüzden belki de son dönemde özellikle yabancı menşeli belgesellerin önümüzü açtığı bize yeni ilhamlar sunduğu da bir alan var. Bazen şaşırdığınız kurmaca mı yoksa dokümanter mi diye karasız kaldığınız filmlerle karşılaşıyorsunuz. Aslında bu çok önemli bir şey. Belki de, geçmişteki resmi belgesel dilini aşmış, kurmacaya giderek yaklaşmış, kendi içinde bir tarzı, bir senaryosu olan, kahramanıyla başka türlü bir ilişki kuran ve estetikten vazgeçmeyen belgesellerin peşinde olmak, bununla seyirciyi yeniden yakalamak ya da kendi seyircisini bir kez daha oluşturmak gerekiyor. Bu gerçekleşirse yakınmamıza gerek kalmaz ya bu desteklenmiyor da, yok üvey evlat- öz evlat bu laflardan kurtuluruz. Çünkü benzer sorunları art-house dediğimiz sanat sineması ya da bağımız sinema çok uzun yıllardır yaşıyor zaten. Ben onların da temel sorununun maddi kaynaklardan öte seyircisizlik olduğunu düşünüyorum. Yani alıcısına ulaşmıyor, kitlesini bulamıyor. Okurunu kaybetmek gibi bir şey bu. Seyircisini kaybetti. Tonla para verseniz acayip sanat filmleri yapsanız neye yarar seyirci ile buluşmuyorsa eğer. Belgeselin hatta Türkiye’deki sinemamızın finans meseleleri dışında başka bir meselesi var ki; o da yeni bir dil, seyirci ile yeniden buluşma heyecanı bence.
Yani bu heyecanı yaratmak. Seyirciyi bu filmlerle buluşmaya motive etmek gerekiyor.
Evet bizim tartışmamamız gereken bunlar bence. Parayı tartışacak olanlar prodüktörlerdir,
otursunlar onlar kendilerine ait yeni yollar bulsunlar. Biz ürettiğimiz ürünün entelektüel karşılığını nasıl alırız onu tartışalım bence.
O zaman şu noktaya geliyoruz halk anlamıyor, bilmiyor, işte bunu zaten anlayan seyreder, ben zaten kendim için yaparım filmlerimi gibi söylemleri kabul etmiyorsunuz.
Yok öyle bir şey. Bu söylemlerin geçerli olduğunu düşünmüyorum. 1970’li yıllarda kendi doğduğum kasabamda, siyah beyaz televizyonda TRT’de sinema filmleri, Shakespear uyarlamaları izliyordum. Hayatımda ilk kez Hamlet’i Machbet’i Kral Lear’ı TRT’de seyrettim siyah-beyaz televizyonda ve o çocuk halimde hiçbir zaman unutmadım, bundan çok etkilendim, beslendim. Neticede orta 2’deki bir çocuk Kral Lear’dan ne anlar? Çok iyi anlar. İyi ürünün sahibi hep vardır ve olacaktır. Bence oturup yaptığımız filmin içeriği ile ilgili neyi eksik yaptık, neyi fark etmedik onu tartışmalıyız..
Tamamen aynı fikirdeyim. Katıldığım pek çok yönetmen söyleşisinde şunu duyuyorum: Ben bu filmi kendim için yaptım, bu benim kendimi ifade biçimim. Ben yaptım bitirdim. Seyreden seyreder, seyretmeyen seyretmez. O zaman ben de diyorum ki kendini ifade etmenin başka yolları da var. Eğer sinemayı seçtiyseniz bu bir toplum sanatı. Toplumsal etkileşim içindesiniz. Seyirciyi de dikkate almak önemli ve gereklidir.
İranlı bir kadın yönetmenin bir lafı vardır: “Filmlerim ruh arkadaşlarıma gönderdiğim mektuplardır.”
İşte tam da demek istediğim bu. Muhteşem bir ifade.
Birilerine mektup gönderiyorsun. İnsan cevabını almak istemez mi yazdığı mektupların? Bunlar boşluğa fırlatılmış kağıt parçaları değil ki. Biz sokağın sesini alıp yeniden üretip yeniden icat edip onlara sunmuyor muyuz? Yaptığımız iş nedir Allah aşkına. Sizin kendiniz için ya da bir başkası için ya da ne için yaptığınızı söylüyorsanız öyle olsun; önünde sonunda kullandığınız cümleler o kitlenin cümleleri değil mi? Siz nereden besleniyorsunuz hangi kitaptan, hangi öyküden? Başınıza gelenlerden, duyduklarınızdan, okuduklarınızdan şahit olduklarınızdan… Kendi muhayyelinizden oluşturduğunuz bir şey de olsa onun içini dolduran yine yaşadıklarınızdır. Onların sahipleri kim, sokak. Tekrar gönderdiğiniz yer neresi, yine sokak. Onu her koşulda ciddiye almak ve oraya dair akıl yürütmek zorundasınız.
Hazır söz sinemacının nereden ve nasıl beslendiği meselesine gelmişken hemen sormak istiyorum. Bizim belli başlı yönetmenlerimize etkilendikleri yazarlar sorulduğunda Rus klasiklerinden ve Batı edebiyatından söz ediyorlar çoklukla. Mesela İranlı yönetmenlere sorulduğunda ise ilhamlarının ana kaynağı olarak İran edebiyatını ve belli başlı yazarlarını örnek veriyorlar. Acaba bizim edebiyatımız hala keşfedilemedi mi, ilham alınacak yazarlarımız mı yok, bilinmiyorlar mı?
Somut bir örnek vereyim aslında bu sorunun cevabı orada duruyor. 1984 yılında genç bir hekimken Anadolu’nun orta yerinde bir kasabada, bir grup bürokratla birlikte hekim olarak sabaha kadar, yanımızda katillerle bir ceset arama yolculuğu yaptık. Bu öykü “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmi oldu 25 yıl sonra. Bu film 21. yüzyılın en etkili 100 filmi arasında, 52. sırada yer alıyor. Allah aşkına bir İngiliz’i bir İtalyan’ı bir Avrupalıyı, sonuçta bir Dünyalıyı Anadolu’nun orta yerinde 25 yıl önce geçen bir ceset arama yolculuğu niye ilgilendirsin! İlgilendiriyorsa buradaki sihir ne? Bence şu: Evrensellik, güçlü bir yerellikten başka bir şey değil. Sesinizin dünyaya duyulmasını istiyorsanız kendi sesinizden vaz geçmeyeceksiniz ve onu en güçlü bir biçimde söylemeye gayret edeceksiniz. Anadolu’nun hikayesini anlatabildiğimiz, vazgeçmediğimiz, öykünmediğimiz , samimiyetle inandığımız için bu film 21. yüzyılın en iyi 100 filmi arasına girdi bence. Bir şeylerin taklidi aslını rahatsız eder. Orada duruyorsa aslı; onu taklit etmek komiklikten öte bir şey değil, mahcubiyet ve zavallılıktır. Bu yüzden bu coğrafyanın bize ait olan hafızasına iman ediyorum. Onun çok güçlü bir bellek taşıdığını biliyorum. Ama o belleğin yeterince eşelenmediği, kıymet verilmediği de ortada. Bugün de, bundan sonra da dönüp bakacağımız yer kendi coğrafyamızın belleğinden başka bir şey değil. Biz onlarla müsemmayız. Onlarla beslenmişiz. Nitekim bu bizim yaptıklarımıza ettiklerimize sirayet edecektir. Bunun peşinde olursak zaten yeterince dünya edebiyatı ile zenginleştirilmiş zihnimizde yeni ilham kapıları açılacak ve çok daha güzel daha güçlü şeyler çıkartacağız diye düşünüyorum.
İran Sineması bunu başarmış diyebilir miyiz? Farhadi örneği geliyor aklıma.
Farhadi’yi Farhadi yapan kuşkusuz onun İran edebiyatına İran kültürüne olan bağlılığı ona olan dikkati ve derinliğidir. Ancak bu onu, filmini Fransızlarla birlikte yapmaktan, dünya sinemasında kendine yer açmaya çalışmaktan da alıkoymuyor. Oradaki varlığını güçlü bir yerellikle yerine getiriyor. Bizim de her halde o yoldan ya da benzer bir yoldan yürümemiz lazım. Yeni bir filmin aşamasındayken de zaten bu tartışmayı kafamda yapıyorum sürekli. Yani Okmeydanı’nda 2000’li yıllarda başımdan geçen bir olayı filme alacağım. Bunun evrensel bir film olması için gayret edeceğim. Çünkü insanların dertlerinin, meselelerinin, bitmeyen varoluşsal sorunlarının evrensel olduğunu biliyorum. Bu sadece Okmeydanı’ndaki Dr. Kemal Güner’in başından geçen bir hikaye değil. Bizimle çalışacak Romen görüntü yönetmenimiz senaryoyu okuduğunda çok heyecanlandı. Niye heyecanlandırsın bu kadar bu hikaye adamı. “Çok benziyorsunuz bize” diyor. Bence bunun peşinde olmalıyız başka bir şeyin değil.
Bu arada Ercan Kesal’la söyleşimizi,yeni filminin oyuncu seçimleri aşamasında tamamladık. Elbette yeni filmiyle ilgili de birkaç soru sordum bir çırpıda. Konusu ne? Oyucular, ekip kimlerden oluşuyor? Seyirciye ne tür bir mektup yazmayı amaçlıyorsunuz?
Filmin adı Nasipse Adayız!…Benim aynı isimde 2105’te yayımlanmış bir romanım vardı, onu senaryolaştırdım. Temmuz’da sette olacağız. Oyuncu seçimleri ve diğer ön hazırlıklar devam ediyor. Kültür Bakanlığı destekli bir proje. Filmin mottosu: Geriye dönmek çoğu zaman ileriye gitmekten daha zordur.
Ercan Kesal: Oyuncu, senarist, yönetmen. Hangisini daha iyi yaptığınızı düşünüyorsunuz? Hangisinde kendinizi tam olarak buluyor, Ercan Kesal oluyorsunuz?
Hepsi bir araya gelerek “ben”i oluşturuyorlar, Ercan Kesal yapıyorlar. Birini diğerinden ayırt edemem. Üstelik birbirini besleyen büyüten işler hepsi de! Sinema hep olacak hayatımda. Edebiyat da elbette. Yazmaya, okumaya, çekmeye devam edeceğim. Ömrüm yettikçe.
Son olarak bugün sinemamızın geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? İran Sineması, Fransız Sineması, Alman Sineması gibi bir Türk Sineması’ndan tam olarak söz edebilir miyiz?
Sinema bir yönetmenlik sanatıdır. Tek başına kapsayıcı ve tarif edici bir Türkiye Sineması’ndan daha çok Türkiyeli yönetmenlerin sinemasından söz edebiliriz.
Ercan Kesal Türk edebiyatı ve sineması için kıymetli bir isim, uzun dönemde yönetmenliğiyle de uluslar arası alanda yeni başarılara imza atacağına inanıyorum. Söyleşi pek hoş ve sıcak olmuş, tebrikler.