2000’li yıllara damga vuran ve yeni Kubrick olarak nitelendirilen isimlerin en kuvvetlilerinden olan Paul Thomas Anderson, gösterim tarihi birkaç kez değişen filmi Phantom Thread ile sonunda karşımıza çıkıyor. 9 Mart 2018’de sinemalarımıza konuk olacak filmi vizyonundan önce !f İstanbul 2018 vasıtasıyla izleme imkanı bulduk. Çağımızın en büyük oyuncularından Daniel Day Lewis’in de sinemayı bıraktığını açıkladığı için son projesi olan film, döneminin en önemli ve yetenekli terzilerinden biriyle genç bir kadın arasında geçen aşka odaklanıyor. Bunu yaparken de sinema sanatını en derinden hissetmemizi sağlıyor ve diğer sanat dallarını da yardımcı olarak çok güzel refere ediyor. Phantom Thread filminden çıktığınızda hissettiğiniz en güzel şey tam anlamıyla sanat ve sinemanın bu anlamdaki gücü oluyor.
Filmi rahatça biçim ve içerik anlamında ikiye bölebilir ve bu şekilde değerlendirebiliriz. Biçim konusuna girerken evvela birkaç sebepten dolayı Anderson’un görüntü yönetimini de kendisinin yaptığını belirtmek gerek ve filmi bu şeiklde de değerlendirmek gerek. Çok dış çekim olmasa bile dönemin atmosferini yansıtan harika kadrajlar ve kostüm tasarımı mevcut. Bu yazı yayına hazırlanırken muhtemelen filme en iyi kostüm dalında bir Oscar gelecektir. Hem dönem itibarıyla hem de içeriğin bir terzi ve mesleği üzerinden işlemesi kostüm tasarımı konusunu titizlikle de çalışıldığı için zirveye taşıyor. Film için dikilen her şeyin ve o ihtişamlı elbiselerin uzun uğraşlar sonucu birer tane yapıldığı ve muazzam korunduğunu da biliyoruz. Hal böyle olunca, o anlara bu bilgileri de ekleyince gerçekliğini yaşama konusundaki konsantrasyon zerre kayıp yaşamıyor. Anderson, tasarladığı kadrajlar ve ele aldığı görüntüyü kotarırken seçtiği renkler ve ışığın tonlarıyla da yine bu hisleri en yüksekten yaşatmayı başarıyor. Saatlerce izleyip içerik boş olsaydı bile keyif verecek ve başta belirttiğim gibi sanatın her dalını derinden hissedecek bir akış var filmde. Tabii içerikten sayabileceğimiz muazzam müzikleri de katınca “daha ne olsun ki” dedirten bir eser ortaya çıkıyor. Bunu da yine sanat hanesine yazıyoruz. Filmden çıktıktan sonra sanat be! diye bağırma olasılığı fazla. Hal böyle olunca da biçime denk düşen puan aralığınız kaçsa, tam olarak haneye yansıyor diyebiliriz.
İçerik konusunda ise tartışmalar çok. İlk söylenen Paul Thomas Anderson’un en zayıf senaryosu olduğu. Buna katılabilirim ama diğer filmlerin senaryo anlamında başyapıt olduğunu söyleyerek. Yani bu filmin senaryosu There Will be Blood, Magnolia, The Master gibi filmlerin yanına yaklaşamaz ama film özelinde ve yıl bazından bakıldığında yine gayet iyi bir senaryo olarak değerlendirebiliriz. Aşkı anlatırken karakterlerin muazzam oluşturulduğu, haklarında bir şüpheye düşmeden ama gerilerek izlediğimiz ve aşkın güç dengelerini tepeden tırnağa hissettiğimiz bir senaryodan bahsediyoruz. Bazı tartışmalarda klişe olarak nitelendirilen yerler var. Terzinin hatıralarından ve psikolojik sanrılarında yer alan anne figürü başta olmak üzere birçok açıdan Anderson’a bunun yakışmadığı söylendi ama bu hikayeler anlatılmaya devem edilecek ve anlatım tarzı, biçimsel özelliklere yüklenilerek de gayet orijinal durabilir. Bu filmde bu orijinallik var ve senaryonun klişe yükü dışında kalan kısmı da oldukça önemli. Senaryoda modern dünyaya kadar uzanan bir aşka denk düşmek olası. Hal böyle olunca da filmi her yönüyle başarılı olarak anabiliriz.
Aşkın Değiştirdiği Güç Dengeleri
Aşkın oluşum süreciyle ilgili birçok film izledik. Bu sene ise bu film ve Call Me by Your Name öne çıkıyor. İkisi birbirinden son derece farklı ve dönemsel olarak da büyük değişimlere denk gelen zaman farklılıkları mevcut. Call Me by Your Name’de herkesin aşağı yukarı yaşadığı ilk aşk, yaz aşkı, keşfetmek gibi olağan durumlar anlatılıyor ve süreç oldukça tanıdık geliyor. İlk dokunuş, ilk söylem, ilk kaçamaklar…Burada ise durum oldukça farklı. Güç dengeleri değişiyor. Başta terzi Reynolds güçlü bir şekilde istediğini elde ederek başlıyor sürece. Zaten herkes tarafından seviliyor, onlarca aşkı peş peşe yaşamış ve işinin de getirdiği bazı prensipler ilişkiye mesafe girmesine sebebiyet veriyor ve bu durum başta Reynolds’un karizması olarak yansıyor. Bu noktada ilişkiden emin olamıyoruz ve hatta takıntılı bazı gidişatlar akıllara geliyor. Anderson, karakterlerini bu noktada tanımlarken gerginliği ön plana çıkarıyor her an diken üstünde bir tanıklık yaşıyoruz. Gergin bir çiftin yakın arkadaşı gibi bir hissiyata bizi sürüklüyor film. Daha sonra ise Reynolds’un kıskançlıkları, gücünü Alma karakterinden aldığını fark etmesi devreye giriyor ve güç dengeleri de kökten değişiyor. Hatta Reynolds en çaresiz zamanında Alma sayesinde ayakta kalıyor ve artık klişe tabirle ipleri eline alan taraf değişiyor. Burada modern ilişkileri de görmek mümkün. Acı çeken, birbirinin hayatını allak bullak eden ve sonunda bağlılıkla daha da güçlenerek devam eden ilişikler filmde gözümüzün önünde sirayet ediyor. Aşk acıyı, sonra yakınlığı ve sonuç olarak da gücü getiriyor. Bu bağlılıkla aşkın tanımı bambaşka bir hal alıyor ve büyük oranda romantizmden sıyrılıyor. Anderson, gerçek hayatında bunu yaşadı mı bilemiyorum ama çok iyi bildiği bir gerçek. Burada şerh düşen arkadaşlar anne figürü ve güçlü kız kardeş üzerinden senaryoya zayıf diyeceklerdir ama bu durum ya da benzerleri hayat boyu yaşanmaya, erkekler üzerinde etkileri olamaya devam ettiği için birileri de çekmeye devam edecek.
Muazzam Oyunculuklar
Biçim ve yönetmenliğin ağırlığı konusunda şüphemiz yok. Senaryonun şerhlerini de konuştuk. Peki böylesine tutkulu bir aşk hikayesinde inandırıcılık noktasında oyunculuklar nasıldı? En kolayından Daniel Day Lewis’ten başlayalım. Modern sinemanın en iyi oyuncularından olan Lewis, yine muhteşem oynuyor ve tek başına bile filmi izlemek için bir sebep oluşturuyor. Onun zaten 5 senede bir fil çekmesi bizi üzerken bırakma kararı alması son derece üzücü. Umarım bir şeyler olur ve en azından üç film daha dünya gözüyle kendisinden görme imkanımız olur. Kısacası Lewis her zamanki gibi kusursuz. Alma karakterini canlandıran Vicky Krieps ise daha evvel ortalama projeler ve TV filmlerinde boy göstermişti. Kendisi de çok iyi bir performans sergilemiş ama ondan evvel fiziki özelliklerinden dolayı çok doğru bir tercih olduğunu söylemem gerek. Kendisinin çok güzel olmayışı ama kendine has bir duruşunun olması. Mimikleri, ses tonu, bakışları… Kısacası her şeyi Alma’ya çok uyuyor ve tekrar edeyim ki kendisi iyi performanstan çok doğru tercih olarak anılacaktır. Baskın bir karakter olan kız kardeş rolündeki Lesley Manville de yine muhteşem bir tercih. TV işlerinde daha çok yer alan Manville, karakterin hakkını fazlasıyla veriyor ve hak ettiği Oscar adaylığını da almış bulunuyor.
Son Söz
Yeni Kubrick denecekse ona denmeli dediğim Paul Thomas Anderson sinema sanatının en büyük sanatçılarından biri ve film, sinema sanatını derinden hissetmemiz için bulunmaz bir nimet. İzlerken her anından etkilenmek ve adeta büyülenmek ise cabası. Yılın en iyi birkaç filminden biri olan Phantom Thread, eğer dönmeyecekse büyük oyuncu Daniel Day Lewis’e veda etmek için de güzel bir şans. Atmosfere kendinizi bırakın ve sanatın gücünü her zerrenizde hissedin…