Sevgisiz (Nelyubov/Loveless), ana, baba ve çocuktan oluşan bir çekirdek aile üzerinden, bariz çürümeyi, bir toplumun suratına suratına çarpıyor, ıskalamadan, ıkınmadan, sakınmadan… İhmalkârlığın, yozluğun, manevi çöküşün, bencilliğin, değerlerini yitirmenin, böyle ustalıkla resmedilmesi, elbette rahatsız edecek ve zor gelecek, yani derin acı yerine, ucuz tatlının peşine düşülecek, düşünmek yerine, gülmenin ardına takılacak insanlarımız… Gerçek sinema dururken, şimdiden bir milyon seyirciyi aşan “Enes Batur Hayal mi Gerçek mi?” adlı şey izlenecek. Ve oturup konuşacağız sonra üstüne, bu memleket niye bu halde diye? Harbiden sizce niye?

Sovyet sinemasına dair ne bulursam izlerim hala, işte sistem değişti, reformizm ve revizyonizm, güzel bir rüyayı, dehşetengiz bir kâbusa çevirdi, ihbarcılıkla serpilen bürokratik sosyalizmde kodamanlar vardı, oligark yeni Rusya’nın da sınırsız zenginleri… Yani olan yine fakir halka oldu, vahşi kapitalizmle kucaklaşmasının bedelini, sancılı ve belalı bir süreçte, ödediler, ödüyorlar, ne yazık ki. Değişen, dönüşen Rusya’nın yeni sineması da ilgi odağımızda, hiç kuşkusuz… Hele Andrey Zvyagintsev, o, eski meslektaşları gibi, meselesi olan, inatla ve ısrarla yanıtlar arayan bir yönetmen, 15 sene önce Dönüş ile girdi kalbimize, Sürgün, Elena, Leviathan derken Sevgisiz ile yerini iyice perçinledi. İnsanı, toplumu, devleti sorgulamaya devam ediyor hala, düşün diyor, rahatsız ol diyor, farkına var diyor.

Kendi adıma, filme ve diziye baktım, filmi ve diziyi gördüm diye ikiye bölerim seyrimi… Bazı filmlere sadece bakılır, zaten kısa sürede de unutulur, lakin bazı filmler, resmen görülür, anında içine çeker seni, hafızana kazık çakar, unutmana müsaade vermez, asla! Sevgisiz, işte görmeniz gereken bir film, bırakın sadece Rusya’yı, tüm dünyayı ilgilendiriyor tüketim toplumu denilen bu uğursuz zamazingo… Teknoloji denen illet, yakınlaşıyoruz diye hunharca böğürüyor ama tam tersi giderek açılıyor mesafeler, ulan gardaşım, insan, insandan uzaklaşıyor, içimizde yokluk, içimizde kopukluk o biçim, başımızın belası asri zamanlarda. Özetle; beyazperdede hem Moskova’yı, hem de Hanya’yı Konya’yı gördüm.

Yadırgamak ve alışmak… İnsanın iki seçimi vardır, alışkanlık kolaydır, yadırgamak ise haliyle zor. Yadırgayan, sorular sorar, sorgular, bir şeylerinden yanlış olduğunun ayırdına varır. Oysa çoğunluk alışmıştır artık, ezber bozmak istemez, saksıyı çalıştırmak, karşı çıkmak ve belaya davetiye çıkarmak istemez. Herkesleşmek, aslında zamanla insanı, bireyselleşmeye götürür, çünkü artık toplumsal dertleri bile göstermeliktir, benmerkezcilik ruhuna sirayet etmiştir. Salt kendini önemseyen insanların, kurdukları aile de, doğal olarak bir bütünlük sergilemeyecektir. Çatırdama, kopma, parçalanma, kaçınılmaz son gibidir. Evet, Sevgisiz, maneviyattan yoksun bir ailenin filmi, Zhenya ve Boris, aşk ile, sevgi ile, sevda ile kurmamışlar çatıyı, salt birbirlerini kullanmışlar, 12 yaşındaki oğulları Alyosha’yı, ‘evlat’ olarak benimsememişler hiç, hep çıkıntı olarak görmüşler. Misal baba, yavrusunu değil, patronunu önemsiyor, ana desen, evladını, yetimhaneye vermeye dünden hazır! İstenmeyen, istenilmeyen çocuk, bir de buna kulak misafiri olursa, ne hisseder, o en sahici acının, o gerçek parçalanmanın bir tarifi olabilir mi? Boşanma arifesi ve yeni ilişkiler, sorumsuzluğu daha da belirgin kılacak, o ortadan kaybolacak (bir çocuk fazlalık duygusuyla nasıl baş etsin), bize bir parça hüzün, çokça utanç kalacak.

Atina’da polis kurşunuyla katledilen 15 yaşındaki bir çocuk (Alexandros Grigoropoulos), tüm Yunanistan’ı isyan ettirmiş, tarihe geçen 2008 ayaklanmasına sebebiyet vermişti. Memleketimizde de dayanışma ruhunu tetiklemiş, “Kardeşimsin Alexis” yazan masum çehresi, sahipli-sahipsiz duvarlarımızı süslemişti. İşte bu ölümsüz delikanlının cenaze töreninde bir mektup dağıtıldı, ‘Çocuklar’ imzasıyla; “Unuttunuz! Bizi desteklemenizi bekliyorduk, bir defa da olsa, sizin bizi gururlandırmanızı bekliyorduk. Boşuna! Yalancı hayat yaşıyorsunuz, boynunuzu eğdiniz, donunuzu indirdiniz ve öleceğiniz günü bekliyorsunuz. Hayaliniz yok, sevdalanmıyorsunuz, yaratmıyorsunuz, yalnız satıp alıyorsunuz. Her yerde maddiyat, sevgi hiçbir yerde-hiçbir yerde gerçek… Ana ve babalar nerede? Sanatçılar nerede? Neden dışarı çıkıp bizi korumuyorlar? Bizi öldürüyorlar. Yardım edin.”

Filmi seyrettiğimde aklıma bu mektup geldi, çocukların düşmanı tek devlet değil ha, sevgisiz ve dahası saygısız yetişkinler, ebeveynler, öğretmenler… Destek yok, köstek çok, yardım çığlığı nasıl duyulur, bu tanımsız egoizm cangılında? Size göre, ayak bağı onlar, özgürlüğün prangası, o halde, ne demeye dünyaya gelmelerine vesile oldunuz? Herkes ana-baba olamaz ve herkes insan kalamaz. Ve filmin alıcı bölümünde, yerinde sayan bir toplumun betimlenmesi, yine ve yeniden aynı b.ku yemeye dair değilse, harbiden nedir? Görüntüler, oyunculuklar, müzikler falan filan iyi mi diyeyim bunca lafın üstüne, şu oyuncular rol almışlar filmde, bunları mı söyleyeyim? Valla üzdü, düşün dedi, ders verdi, yalan yok, ben bu filmi çok sevdim.

Alper Turgut
Alper Turgut, Adana’da doğdu, üniversitede gazetecilik okudu. Uzun seneler, çeşitli gazetelerde çalıştı, farklı alanlarda görev yaptı, sendikacılıkla uğraştı. Sonra bir gün (Haziran 2006), şans eseri, çocukluk aşkı sinemaya bulaştı, işte o tarihten beridir, filmler üzerine düşünmeyi, konuşmayı ve yazmayı sürdürüyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.