9 Ekim 1964 doğumlu yönetmen Guillermo Del Toro, kuşkusuz Alfonso Cuaron ve Alejandro Gonzalez Inarritu ile birlikte “Meksikalı yönetmen” denildiğinde akla gelen en popüler üç isimden biri. Yönetmenlik kariyeri öncesinde 10 yıl boyunca makyaj dalında uzman olarak çalışan ve 80’lerin başında kendi firması olan Necropia’yı kuran Del Toro, her daim karakter tasarımları konusunda muazzam işçilik çıkartan, yaratıcı hayal gücünü beyazperdeye etkili bir şekilde aktaran, fantezi ve masal hissiyatları yüksek ve sinemayı her karesinde ne kadar çok sevdiğini belli eden filmlere imza atar. Aynı zamanda Mario Bava, James Whale, George A. Romero, Alfred Hitchcock gibi korkunun ustalarına hayranlığını hiçbir zaman gizlemeyen sıkı bir sinefil olan Del Toro, yarattığı fantastik dünyanın ve canavarların başarısının geçirdiği sancılı çocukluk anılarıyla ilgili olduğunu dile getirir. Henüz üçüncü filmini çekmeden Time dergisi tarafından ‘Yeni milenyumun 50 genç liderinden biri’ olarak gösterilen yönetmen 1993’te bu yana 10 filmlik bir filmografiye sahip.

Geçtiğimiz Venedik Film Festivali’nde ‘Altın Aslan’ ödülünü kazanan The Shape of Water, genelde sanat/festival filmlerinin ön plana çıktığı üç büyük festivalden birinde tüm görkemiyle fantezi/masal/aşk filmi olarak büyük ödülü kazandığında yankı uyandırmıştı. Altın Aslan ödülüyle başlayıp şu an Oscar’ın favorisi konumuna kadar gelen The Shape of Water, Akademi Ödülleri’nde tam 13 adaylık aldı. Yakın zamanda filmin ‘The Space Between Us’ (2015) adlı Hollanda yapımı bir kısa filmle aşırı benzerlikler içerdiğinin ortaya çıkması farklı tartışmaları beraberinde getirdi, zira film şu ana kadar ‘özgün senaryo’ kategorisinde yarışarak birçok ödülün sahibi oldu. The Shape of Water’ın ülkemizde 16 Şubat’ta vizyona girecek olması sebebiyle Del Toro’nun bugüne kadarki tüm filmlerine bir göz atmakta fayda var.

Cronos (1993)

Del Toro’nun küçük bir bütçeyle kotardığı ilk gotik korku filmi Cronos, vampirlere karşı hümanist bir bakış açısıyla yaklaşarak klişe filmlerden alışageldiğimiz hikayelere zıt bir tablo ortaya çıkarır. 1500’lü yıllarda bir simyacının yaptığı, örümcek şeklinde, avuç içi kadar altından bir makine olan Cronos, çalıştırıldığında vücuda yapışan, içinde yıllardır yaşayan ve gençlik aşılayan bir salgısı olan bir böcek tarafından kişiyi genç kılan, ilk enjekteden sonra acıktıran ve insan kanı içilmeden doyuma ulaştırmayan bir özelliğe sahip. Bu cihaz ve hikayesi Del Toro’nun vizyoner yönetmenlik başarısıyla, Ron Perlman ve Federico Lucci gibi karakteristik özelliklere sahip oyuncularla birleştiğinde ortaya ‘vampir filmleri’ klasmanında farklı ve kült bir yapım çıkıyor.

Mimic (1997)

İkinci filmi Mimic ile Hollywood’a geçiş yapan ve yüksek bütçeli popüler fantastik filmlerin arenasına ilk ciddi çıkışını yapan Del Toro, 80’ler dokusunu yakalayan atmosferiyle ürkütücü olduğu kadar eğlenceli de bir seyirliğe imza attı. Lakin, Del Toro’nun henüz ‘auteur’ kimliğinin oluşmaması ve isminin çok bilinmemesi sebebiyle yapımcılar tarafından genelde stüdyo sisteminin şablonuna boyun eğmeye zorlanan yönetmen, kafasında filmi yapamadığını dile getirir. Cronos’ta olduğu gibi Mimic’te de New York’a dehşet saçan ve şekil değiştiren ‘böcek’ler üzerinden bir hikaye tasarlayan Toro’nun filmi pek başarılı bulunmaz. 30 milyon dolar bütçesine karşı gişede 25 milyon dolar hasılat yaparak zarar eder ve eleştirmenler tarafından da vasat bulunur. Buna rağmen Mimic daha sonraları başka yönetmenlerle devam filmleri olan bir seri haline gelir.

The Devil’s Backbone (2001)

Del Toro, üçüncü filmi The Devil’s Backbone ile filmografisinin en özel iki filminden birine (diğeri Pan’s Labyrinth -2006-) imza atar, ortalama 4-5 milyon dolarlık görece düşük bir bütçeyle 1939’larda İspanya İç Savaşı döneminde bir çocuğun bakış açısından geçen hayalet hikayesi anlatır. Masal atmosferinin egemen olduğu film, savaş, trajedi, dostluk, gizem gibi temaları Del Toro’nun görsel açıdan etkileyici vizyonundan aksettirilir. Çocuk oyuncuların başarılı performansları, ürpertici atmosferi, zekice yaratılan olay örgüsü ve bir hayalet hikayesine yapımcıların baskısı altında kalmadan kendi sanatsal yaratımlarını ortaya koyabilen Del Toro’nun yönetmenlik başarısı, korkuttuğu kadar hüzünlendiren bir film ortaya çıkardı.

Blade II (2002)

1998’de Stephen Norrington tarafından beyazperdeye uyarlanan, Marvel çizgi roman karakteri Blade’in devam filmi Hollywood yapımcıları tarafından Del Toro’ya emanet edildi. Del Toro’yu dünyanın tanımaya başladığı film olarak nitelendirilebilecek olan Blade 2, üç filmlik serinin en başarılı halkasıydı. Del Toro gibi görsel açıdan vizyon sahibi bir yönetmenin ellerinde yetkin bir fantezi/korku/aksiyon örneğine dönüşen Blade 2, sürükleyici aksiyon sekansları, Marco Beltrami’nin enfes müzikleri, Wesley Snipes’in karizması, doyurucu görsel efektleri ve dramatik finaliyle öne çıktı. 55 milyon dolar bütçeye sahip olan film toplamda 155 milyon dolar hasılat elde edince Del Toro bir başka çizgi roman uyarlaması olan Hellboy’u çekmek için seriden ayrıldı.

Hellboy (2004)

Çizgi roman yazarı/çizeri Mike Mignola’dan adapte edilen ve yapımını yine Mike Mignola’nın üstlendiği Hellboy, 2. Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından çağırılan ve sonunda şeytani güçlere karşı savaşanların tarafına geçen bir şeytanın hikâyesini anlatmaktaydı. Del Toro’yla adeta özdeşleşen Hellboy, yönetmenin favori oyuncusu Ron Perlman’ı Hellboy rolünde izlediğimiz, yaratık tasarımlarıyla Del Toro’nun 10 yıl boyunca makyaj dalında uzman olarak çalışmasının meyvelerini fazlasıyla veren, diğer çizgi roman uyarlamalarına göre aykırı, sevilmesi daha zor bir karakterin uyarlamasıydı. Blade 2’deki fantezi/aksiyon/korku ögelerini Hellboy’da da kendi tarzına ve bilinçaltına adapte etmekte zorlanmayan Del Toro, 66 milyon dolara kotardığı filmine 99 milyon dolar gişe hasılatı getirdi. Bir uyarlama olarak çok sevilmese de ve aşırı popüler olmasa da daha sonradan kendi hayran kitlesini yaratan ‘kült’ bir eser olarak anıldı.

Pan’s Labyrinth (2006)

Blade 2 ve Hellboy’un ardından bir süre Hollywood’dan geri çekilmeyi ve The Devil’s Backbone tarzında düşük bütçeli ama karanlık bir masal çekmeyi tercih eden Del Toro, hem eleştirmenler nezdinde hem de genel olarak övgülere boğulan, çoğu kişilerce bir başyapıt olarak görülen filmi Pan’s Labyrinth’e imza attı. Tıpkı The Devil’s Backbone gibi İspanya İç Savaşı esnasında geçen film gerçek dünyanın kabuslarıyla fantezi dünyasının mucizevi yönlerini bir araya getirirken çocukluğun masumiyeti ve acımasızlık üzerinden ‘peri masalı’ anlayışını adeta yeniden tanımladı. Karanlık metaforları/imgeleri, sürreal atmosferi, eş zamanlı ve birbirine paralel kurgusu, prodüksiyon anlamında görsel şöleni ve akıllardan çıkmayacak finaliyle adını sinema tarihine yazdıran Pan’s Labyrinth, 19 milyon dolarlık bütçesine karşı 83 milyon dolar hasılat elde etmesinin yanı sıra üç dalda (sinematografi, sanat yönetimi, makyaj) Oscar ödülünün de sahibi oldu.

Hellboy II: The Golden Army (2008)

Pan’s Labyrinth’in dünya çapında yankı uyandıran başarısının ardından yönetmenlik kariyerinde çıtayı yukarı yerleştiren Del Toro, ara verdiği Hellboy’un ikinci filmini yöneterek çok sevdiği yaratıklarına ve blockbuster arenasına geri döner. Hellboy II: The Golden Army, ilk filmin görsel yetkinliğini adeta ikiye katlar, diş perileri, ölüm meleği, troller, goblinler, elfler, paranormal yaratıklar derken sınırsız bir hayal gücünün doruklarında dolaşmaya devam ederiz. Özellikle ‘troll pazarı’ sahnesiyle Star Wars serisinde görmeye alışık olduğumuz bir fantastik karakterler galerisine imza atan Del Toro, mizah dozunu da daima üst seviyede tutarak eğlenceli bir ‘freak show’ hazırlar. 85 milyon dolar bütçeli film dünya çapında 160 milyon dolar hasılat elde eder. Sonraları Del Toro, Hellboy’un üçüncü filmini çekmeyi istediğini söylese de günümüzde de bu film bir türlü gelmez. (2018’te Ron Perlman’ın yerine David Harbour’un oynadığı, Del Toro’nun yerine Neil Marshall’ın yönettiği yeni ve farklı bir Hellboy filmi gelecek.)

Pacific Rim (2013)

Hellboy serisinin ikinci filmden sonra film çekmeye 5 yıl ara veren Del Toro, 2013’te filmografisinin açık ara en yüksek bütçeli filmi olan Pacific Rim ile geri döner. Del Toro filmografisinde en zayıf halka olarak görülse de, hatta Transformers serisi gibi ‘kuru gürültü’ olarak adlandırılsa da, Del Toro’nun Michael Bay’a kıyasla seyircisine çok daha saygı duyan ve vizyonlu bir yönetmen olduğu kesin. 190 milyon dolar mega bütçeli bu filmde devasa yaratıklar ve robotlar elbette metropolit mekanları yerle bir ediyorlar. Konu ne kadar abartı ya da sıradan (robotlar canavarlara karşı!) bir fantezi ürünü olursa olsun, Del Toro aksiyon sekanslarında dramatik tutarlılığa ve görsel stiline özen gösteriyor. Özellikle Kaiju’lardan birinin zihnine girildiği o kısa sekans devasa bir blockbuster filminde göremeyeceğimiz kadar ‘arthouse’ bir dokunuş. Ya da dev bir Jaeger’in dev bir Kaiju’yu ufacık bir kargo gemisiyle dövdüğü sahne gibi anime etkili sürrealist dokunuşlar filmin tek amacının nitelikli eğlencelik olduğunu kanıtlıyor. Toplamda 411 milyon dolar hasılat elde eden filmin 2018 yılında gelecek olan devam filmi ‘Pacific Rim: Uprising’i Steven S. DeKnight yönetecek ve Del Toro sadece filmin yapımcılarından biri olarak yer alacak.

Crimson Peak (2015)

Dev bütçeli eğlencelik Pacific Rim’den sonra ortalama bir bütçeyle arthouse yönünü ortaya koymaya geri dönen Del Toro, İtalyan gotik korku sinemasına saygılarını sunan, türler arasında dolaşan yapısıyla ve atmosferiyle öne çıkan, görsel açıdan cezbedici, rejisi özenli bir gotik romans olan Crimson Peak’a imza attı. Tom Hiddlestone, Jessica Chastain ve Mia Wasikowska gibi Hollywood’un popüler oyuncularının yer aldığı film, korku türünü genel olarak gotik atmosferi ve hayaletleri üzerinden ele alırken dramatik yapısını daha çok entrikalı hikaye örgüsünden ve bizzat akrakterlerin ilişkisinden almakta. Asıl korkulması gerekenlerin ölüler, hayaletler, doğaüstü güçler değil, yaşayan insanlar olması gerektiğini bir kez daha yüzümüze vuran Del Toro, korku, fantezi, aşk, dram türlerini bir potada başarılı rejisiyle beraber eritmeyi başarıyor. 55 milyon dolar bütçeli film toplamda 75 milyon dolar hasılat elde etti.

The Shape of Water (2017)

Del Toro’nun bugüne kadar açık ara en çok ödül kazanan filmi olan (şimdilik 75’in üzerinde ödülün sahibi oldu ve ayrıca 13 dalda Oscar adayı) The Shape of Water, yönetmenin filmografisinin görsel yetkinliğinin, masalsı hikaye anlatısının ve kendine has duygusunun Hollywood formüllerince biçimlendirilmiş hali. Del Toro, yine bir fantezi/aşk/masal konseptini bu sefer İspanya İç Savaşı’nda değil 2. Dünya Savaşı’nı fon alarak kullanıyor. The Devil’s Backbone ve Pan’s Labyrinth’te oldukça dokunaklı ve orijinal olmayı başarabilen bu yapının The Shape of Water’da yerini Amelie ve E.T. filmlerinin birleşimine bırakmış, temelinde klişe bir yaratık/insan aşkına dönüştüğü söylenebilir. Duygusu her zamanki gibi –Alexandre Desplat’ın müthiş bestelerinin de etkisiyle- izleyiciye geçse de, Del Toro’nun yönetimi ve masalsı atmosferi seyir zevki yaratsa da, Sally Hawkins, Michael Shannon ve Richard Jenkins’in başarılı performansları filmi sürüklese de, sinemada çok fazla kullanılmış olan bu konseptin belirli bir ‘bu filmi daha önce defalarca izlemiştik’ hissini beraberinde getirdiği de aşikar. The Shape of Water kesinlikle kötü bir film değil, senaryosu kimilerince ‘klişe’ olarak nitelendirilse de senaryosu kötü değil, en fazla ‘bilindik’ olarak nitelendirilebilir. Lakin, filmin 13 dalda Oscar adayı olması, yılın en çok övgüye değer Hollywood filmlerinden biri olması ve Del Toro’nun görsel açıdan hiçbir zaman tartışma konusu bile olmayan özgünlüğünün artık sorgulanabilir hale gelmesi (2015 yapımı The Space Between Us kısasıyla olan aşırı benzerliği) sebebiyle belirli bir antipatikliği beraberinde getirmeye devam edecektir. Ne olursa olsun, Del Toro çok ‘öze’l bir yönetmen; onun sinemaya olan sevgisini, sinefil referanslarını, muazzam hayal gücünü, yaratıcı tasarımlarını ve izleyiciye her daim geçirdiği saf sinema duygusunu sevenler kendisinden ‘özel’ filmler beklemeye devam edecekler.

Halil İbrahim Sağlam

 

Halil İbrahim Sağlam
20 Temmuz 1989 yılında İstanbul'da doğdu. Sinemayla 16 yaşında ilgilenmeye başladı ve usta Yeşilçam yönetmenlerinden ders alarak kendini geliştirdi. Kısa metraj filmler yönetti ve senaryolarını yazdı. İstanbul Arel Üniversitesi’nin ve Erciyes Üniversitesi’nin “Sinema ve Televizyon” bölümlerinden mezun oldu. 2011’den bu yana sinema yazarlığı yapıyor. Güney Kore sinemasına ve polisiye romanlara özel bir ilgisi var. İlk uzun metrajlı filmini çekebilmek ve polisiye türündeki ilk romanını yayımlatabilmek için çalışmalarını sürdürüyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.