Sevgisiz/Nelyubov (2017) ve Sinemanın Problematik Ana-Oğul İlişkileri. Mayıs 2017’de prömiyerini yaptığı Cannes’da Jüri Özel Ödülü’ne uzandıktan sonra gezmedik festival/ülke bırakmayan, günümüz Rus sinemasının önemli ismi Andrey Zvyagintsev’in son filmi Sevgisiz/Loveless tabii ki uzuuuuuun bir gecikmeyle ülkemizde Ocak 2018’de ancak vizyona giriyor. Bir önceki filmi “Leviathan” kadar sert olmasa da – zira çıta çok yükseldi o yapımla- Zvyagintsev kendisine açtığı oyun alanında yine kendi oyuncaklarıyla Putin Rusyasına vurdukça vurmaya devam ediyor.
Filmde, yıkıcı bir boşanma yaşayan Zhenya ve Boris çiftinin birbirinden nefret eden boyuttaki zoraki beraberliklerine şahit oluyoruz ilkin. 12 yaşındaki oğulları Alyosha’nın velayeti ikisi de üzerine almak istemeden, hayatlarına kendi ‘bencil’ çizgilerinde devam etmek isteyen bir çift bu. Zvyagintsev zaten bu hamleyle filmin ilk 10 dakikasında kan dondurmayı başarıyor. Nasıl 12 yaşındaki çocuğunu her iki ebevyen de istemez, onu bir şekilde postalayacak yatılı okul ya da akraba yanı arar? Baba istemez de, peki anne de mi? Ya da tam tersi. Ama Zvyagintsev, sevgisizliği vurgulamak adına sıfır feminist bir hamle ile yükü anne tarafına yıkıyor; onu da açıkça dillendirelim. Velhasıl anne-baba tartışmasına bir şekilde şahit olan, filmin en masum kişisi Alyosha öyle bir ortadan kayboluyor ve öyle bir sıra kadem basıyor ki filmin son 1 saati kayıp, masum Alyosha’yı – ya da serbest bir Zvyagintsev yorumuyla yitip giden Rus değerlerini- aramakla geçiyor. Finalin yorumunu ise filmin vizyon seyircisine bırakalım.
Rusya’nın batısında nadiren olumsuz eleştiriyle karşılaşan fakat bol bol alkışlanan Zvyagintsev’in kendi coğrafyasının dinamikleri içindeyse “sevgiyle” anıldığını ifade etmek zor. Özellikle bu filmindeki çoğu, kör gözüm parmağına yapılan sembolik eleştiriler, bir sanatçının toplumunu iyiye evriltmesi amacıyla değil, Rusya’ya vurmak hedefli olarak algılanıyor. Öte yandan, filmde toplumsal düzeyde karşılığı olan doğru tespitler elbette mevcuttur hatta bu yazının sınırlarını aşacak yerli sinemamızdan çağdaş örneklerle bir Rus-Türk toplumu yozlaşması karşılaştırması dahi yapılabilir; iyi de bir akademik çalışma olur.
Filmin Cinedergi sayfalarına taşıyacağımız yönü ise ham madde olan, biraz daha spesifik bir konu: sinemada problemli ana-oğul ilişkilerine kısa bir bakış. Ne en iyi 5 film, ne en sorunlu ana-evlat gibi iddialı başlıklar atma niyeti olmadan; bu film sonrası, kendi zihin arşivimden çıkarttığım filmleri Sevgisiz bağlamında paylaşmak istiyorum.
Kevin Hakkında Konuşmalıyız//We Need to Talk About Kevin (2011)
Yine bol alkışlanan bir Cannes prömiyeri olan ve Lynne Ramsay’in imzasını taşıyan Kevin Hakkında Konuşmalıyız şüphesiz 2010 sonrası sinemanın ana-oğul hikayelerinde ilk akla gelen örneklerinden biri. Sevgisiz’in annesi Zhenya gibi, Eva’nın (muhteşem ve ödüllü performansıyla Tilda Swinton) hamileliğini öğrendikten sonra yaşadığı ikilemler, ‘ben başka bir hayat kurgulamıştım’ tereddütleri sonrasında kötücül bir yaratık olarak dünyaya gelen oğlu Kevin ile ilişkisini sanki en baştan belirliyor. Oysa Eva, Kevin’ın doğumundan sonra Zhenya gibi tamamen sevgisiz ve ilgisiz bir anne değil; bir şekilde Kevin’ı anlamaya ve onunla ilgilenmeye çalışıyor ama tam bir psikopat olan Kevin ile makul ana-oğul ilişkisi kurmak imkansız! Bu anlamda Kevin’ın şeytaniliğini genç bir anne adayının hayat sorgulamasına bağlamasından dolayı filme biraz kızgın olsam da müthiş bir anlatım diline sahip olduğu gerçeğini yadsıyamayız.
Çocuk Pozu/Child’s Pose (2013)
40 yaşını devirmesine rağmen annesinin gölgesinde -affedersiniz ama- kendi bokuyla oynamaktan sıyrılamayan, dev ergen Barbu’nun (Bogdan Dumitrache) hikayesi, Calin Peter Netzer imzalı bu Romanya filmi. Yediğine içtiğine bile karışan annesinin yanında yaşayan Barbu belki bir şekilde o çemberi kırmak istese de, henüz ilk büyük hamlesinde işi eline yüzüne bulaştırıp, yine çareyi anneye ve onun koruyucu kalkanlarına sığınmakta arıyor. Kendi iradesini hiçbir konuda yansıtamayan ve işlediği suça rağmen bir özür dilemek için bile elini taşın altına koymayan Barbu’nun yaşamında kim daha suçlu kestiremiyorsunuz. En başından bu yana onun kendi benliğini oluşturmasına olanak sunmamış ve bunu da onun iyiliği için yaptığını dile getiren anne Cornelia mı, yoksa polis merkezindeki süt dökmüş haliyle 5 yaşındaki Barbu mu…
Ana/Mother/Madeo (2009)
Adını film boyunca öğrenemediğimiz ‘anne’ figürü için Romen Cornelia’nın Güney Kore versiyonu desek, az bile benzetmiş oluruz. Koşulsuzdan öte saplantılı bir evlat sevgisine şahit olduğumuz film, yine bu sevginin ve bağlılığın evrildiği problematik bir ilişkiyi beyazperdeye taşıyor. Tıpkı Cornelia gibi, oğlu Je-Yoon’u başına istemeden de olsa sarılan her beladan onu kurtarmak için her türlü yolu mübah gören bir anne figürü var karşımızda. Ve bu annenin ‘yarattığı’ zihinsel olarak da sorunlu oğul… Sevgisiz filminin sevgisizliği sorgulattığı gibi sevgiyi aşan saplantı sınırlarına ciddi soru işaretleri koyan bir film… Kar Küreyici filmiyle de tanıdığımız Joon Ho Bong imzalı.
Vahşi Zerafet/Savage Grace (2007)
Yine aşırı uçta ama bu sefer ana-evlat sevgisinden ziyade narsizme dönüşmüş bir tutkunun kucağımıza bomba gibi attığı bir ana-oğul ilişkisini seyrediyoruz. Julianne Moore’un tüyler ürperten performansıyla seyrettiğimiz Barbara Baekeland karakteri kendisini öyle bir konumlandırıyor ki gerek kocası, gerek oğlu Antony (Eddie Redmayne) gerekse sosyal çevresi bu boyutlar üstü narsizmin kurbanı oluyor. Barbara gibi hastalıklı bir anne figürünün girdabında büyüyen Antony’yi, ne olduğu adam için, ne de yaptıkları için suçlamak mümkün değil. Bu, sorunlu olmaktan çok farklı boyuttaki ve gerçek bir hikaye olan ana-oğul ilişkisini halen seyretmediyseniz mutlaka arşivinize iliştirin.
Xavier Dolan Açmazları: Annemi Öldürdüm (2009) / Mommy (2014)
Gelelim ana-oğul problematiği denince 2010 sonrasının dahi sinemacısı olarak işaret edilen Fransız Xavier Dolan biyografik öğeler de kullandığı ana-oğul filmlerine. Neredeyse her filminde bir şekilde kendi hayatının nüvelerine bağlantı kuran Dolan’ı sinema seyircileri adı bile bizim toplumumuz için ürkütücü olan ‘Annemi Öldürdüm’ filmiyle tanımıştı. 16 yaşındaki eşcinsel bir öğrencinin annesiyle yaşadığı yoğun çatışmaları dillendiren Dolan, baş kahraman Hubert’e benliğini boşaltıyordu sanki. Annesinin gölgesinde kendisini sergileyemeyen, sevdiği insanla başka bir hayat kuramayan Hubert için ‘o kadın’ ile aynı çatıyı paylaşmak gün geçtikçe içinden çıkılmaz bir hal alıyordu… Dolan’ın 2014 tarihli Mommy’si ise bu sefer problemi şiddet ve suç eğilimli oğul ile onu er haliyle sevip kollamaya çalışan anne Diana arasında bölüştürüyor. Oğlunu ıslahevinden çıkartan fedakar anne, Steve’i ve kendisini hayatta tutmak için yaşamlarına dahil olan komşu Kyla’dan bir nevi medet umuyor. Kyla onlara can simidi oluyor; ama nereye kadar? Anneye gerçek anlamda aşık bir ergen ve üstelik ortada öldürülüp yerine geçecek baba da yok. Dolan sinemasıyla henüz tanışmadıysanız bu filmle başlamak ideal...
Türkiye Bonus’u : Karanlıktakiler (2009)
Çağan Irmak’ın kendi takipçileri tarafından bile az bilinen ‘sanatsal’ filmi Karanlıktakiler, Türkiye coğrafyasından duymaya alışkın olmaksak da varlığını inkar edemeyeceğimiz, gerilim psikolojisi yüksek bir dramı beyazperdeye taşıyor. Anne Gülseren (Meral Çetinkaya) ve oğlu Egemen’in (Erdem Akakçe) saplantılı domestik ilişkisi, salt bir anne sevgisi ya da korumacılığı ile açıklanamayacak kadar derin bir travma taşıyor. Ama Çağan Irmak’ın finale kadar başarılı biçimde üstünü iyi örttüğü bu travma, anne Gülseren’in oğluna yaşattığı yarı-cehennem hayatı haklı çıkartır mı bilemiyoruz. Rejisi, atmosferi ve kurgusuyla kıymeti bilinmemiş bir yerli yapım.
DUYGU KOCABAYLIOĞLU ARAZLI
Editör; Çevirmen, İstanbul