Gypsy, Naomi Watts’ın göz alıcı oyunculuğu, derinlikli ve farklı bir tempoda ilerleyen olay akışı ile seyircisini tam anlamıyla ikiye bölüyor; diziye hayran olanlar ve Naomi Watts hatırına diziye katlanmaya çalışanlar. Yani en baştan belirtilmeli ki Gypsy tam anlamıyla ‘meraklısına’ hitap eden ayrıksı bir metin. Kaldı ki kahramanın ideal beniyle gerçek beni arasında uçurumlardan zirvelere gitgelleri sahte ve gerçek çatışmasına hem sebep hem sonuç oluşturuyor. Haliyle görünür kılınan tüm çatışmaların kaynağı psikolojik olduğundan daha derinlikli bir izleme seyri talep ediyor. Somut çatışma kaynaklarına alışagelen izleyici için bu tür sorunlar tamamen uydurma ve/ya gereksiz gelebiliyor ve beğenmeyenler gerçekten niye böyle bir dizi yapılmış diye söyleniyorlar. Tam tersine her aksiyonun temelinde gizil kalmış örtük dürtüler olduğunu düşünenler içinse Gypsy çölde vaha bulmuş kadar büyüleyici ve gerçekçi geliyor, hayranlık ve heyecanla her bölümü kendi içlerinde tartışıyor, ikinci sezonu merakla bekliyorlar. Başkalarının hayatı üzerinden kendini bulmaya çalışan bir psikoloğun sanal bir kimlikle bazen kendinden çıkmaya çalışarak kendine ulaşmaya çalışması doğal olarak kimine saçma kimine ise müthiş bir mesele olarak görünüyor.

Temel mesele şöyle özetlenebilir: Jean Holloway isminde bir terapist hastaları kendine bağımlı kılıyor ve kendisi de hastalara bağlanıyor. Tabii her bağımlılık gibi tehlikeli sonuçlara ilerleyen akışın her iki taraf (terapist/hasta, izleyici/metin) için de ‘tedavi’ kapsamında gelişmesi ayrıca koskoca bir parantez olarak metnin çatışmasına müthiş boyutlar ve nefis bir temel kazandırıyor. Böylece baştan sona insan ruhunun yaşamın kurallarıyla çatışan yapısı bir psikolog gözünden test ediliyor, test eden psikolog olunca ve bu psikolog tüm hastalarından daha hasta ve yine de tedavi eden olduğundan soruların önemi ciddiyet kazanıyor elbette. Üst sınıf burjuva bir terapistin ilk bakışta klasik Amerikan rüyasını doğrulayan aile yapısı ve yüzeyden derine inildiğinde sıkıcı beyaz yakalı hikayesi olmaktan çok daha fazlasını söyleyen esrarengiz bir dizi olarak benzerlerinden sıyrılıyor. Çünkü esrarengiz oluşu olay akışından değil insanoğlunun karanlık yapısından filizleniyor, üstelik ana karakter terapist olunca mesele çok doğru ve zengin bir yerden kök bularak adeta mesajlarını aklıyor, doğruluyor ve kesinleştiriyor.

Şifa vermesi beklenenin kendi karanlığına olan yolculuğu ve bu yolculuğun belki de mutlak doğruya çıkartan yol olarak gösterilmesi elbette şaşırtıyor. Kişi kendine ne kadar karşı koyabilir, kendine karşı koyabildiğin ölçü de iyi ve doğru mu olunur, kendinden kaçmak mı kendine doğru yürümek mi cesaret ister ve hangisi daha iyi insan olmak için takip edilecek anahtar kavramdır… Sorular zor, cevaplar ise seyirciyi de yüzleşmeye çağıran cinsten çetin şaşırtmacalar içeriyor. Örneğin kocası ve sekreteri ‘doğruluk mu’, ‘cesaret mi’ oyununu oynuyorlar. Hangisi hayatı daha anlamlı kılar, neye öncelik vermeli ve bu ikisi hep çekilmek ve/ya seçilmek zorunda mı? Böylesi zor soruları ikna eden ve yoldan çıkaran veya doğru yola sürükleyen değerlendirmeler eşliğinde derin psikolojik analizlerle gerekçeleyerek derdini anlatıyor.

Yapman gerekene odaklanırsan gerçekten ne hissettiğini bilmeyen ve kendini bulamayabilen kişilikler masaya yatırılıyor dolayısıyla düzenli, güvenli ve sıkıcı bir yaşamdansa ölmeyi tercih edenlerle sürünmeyi seçenler (düzenin içinde var olmayı seçenler) arasında bir yerden yaşam sorgulanıyor. Hayat epik bir oyun olmalı ve oyun şimdi başlamalı mı ya da büyük bir inkar mekanizmasıyla kişi kendini zaten mutlu olduğuna inandırmalı mı gibi neredeyse cevapsız konular şiddetli hesaplaşmalara sürüklüyor. Evli bir terapist yasaklı bir aşka yelken açarken kocasını bir kadınla aldatmayı kendisiyle yüzleşme ve buluşma gibi bir ayine dönüştürüyor ve haliyle ruhsal tansiyonu korkunç sınavlar veriyor. Öte yandan kişinin kendinden kaçışının imkansızlığı küçük kızı vesilesiyle büyüyen tehlike ve gelecek olarak küçük harflerle ancak derin bir etkiyle tekrarlanıyor.

Bastırılan cinsel tercihlerinin kızı üzerinden çok daha güçlü bir şekilde yeniden doğması ve evinin hatta kalbinin, damarlarının ve geleceğinin içinden büyümesi oldukça cesur ve tamamen bu yüzyıla ait bir dil ve içerik oluşturuyor. Küçük kızı trans ya da lezbiyen olduğunu ima eden şeyleri çocuklara özgü doğallık ve bilinçsizlikle söylüyor. Böylece kendisinin bastırılmış ve gizlice yaşadığı cinsel tercihi evde büyüyor. Kendisine annesinin ve şimdi kendisinin kendine tam olarak tanımadığı cinsel tercih özgürlüğü için kızına izin vermeye çalışıyor. Müthiş bir bocalama eşiğinde kızının mutluluğunun neyi seçeceğinden görmek bir kez daha yaşamını kaçışı imkansız sınavlara tabi tutuyor. Neticede kendisinden vazgeçerek, korkarak, saklayarak ve saklanarak aile olmaya çalışan bir kadının inkar etmek zorunda bırakıldığı ‘ben’ini çocuğunda görmesinden daha kuvvetli bir çatışma olabilir mi? Örneğin kız arkadaşı kendisine neden özgür olmadığını soruyor ve buna değmeyeceğini anlatıyorken kendisinin vereceği karar aslında bir yandan da kızı için çizeceği yol haritası olacağından fenalıklar geçiriyor, duygusal yükselmeler ve düşüşler arasında sıkışıyor. Aşkın kontrolü kaybettiren ve sınırlara iten sürprizleri ise ideal beniyle gerçek beni arasında bitmek bilmez hatalara düşmesini var oluşu haline geliyor. Ayrıca metnin kendisi kadar Naomi Watts’ın büyüleyen performansı nedeniyle de Gypsy meraklısını gerçekten mest ediyor. Vücut dili, jest ve mimikleri çok doğru seçilen kostümlerle desteklenince karakter Naomice bir estetikle müthiş bir seyir zevki sunuyor gerçeten…

NOT: Diziyi izleme sürecinde Jean’in sürdüğü o lacivert ojeyi arayıp alanlar ve özenle sürenler bir itiraf notu yazsalar keşke, lütfen haydiJ… Hatta Jean lacivertiyle ojelenen parmaklar fotoğraflansa keşke!

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.