Filmekimi, sinemaseverlerin her sene heyecanla beklediği, biletlerini dakikalar içerisinde bitirdiği ve genelde Cannes Film Festivali programının adapte edildiği bir festival.

Aslında sadece filmler gösteriliyor ve ek etkinlik yok ama sinema büyüsü yaşanılan bir haftaya festival demekte de bir sakınca görmüyorum. Bu yazı yayına hazırlandığı sırada Filmekimi17’nin daha yarısındayız ve ileriki gösterim için “şimdilik” izlenen önemli filmleri derleyelim istedik.

The Killing of a Sacred Deer

Son yılların en gözde yönetmenlerinden Yorgos Lanthimos yakın zamanda The Lobster’la tüm dünyada övgülerle karşılanmıştı. Özellikle senaryosuyla ön plana çıkan film haliyle beklentiyi de yükseltti. Bu beklentiler ışığında perdenin karşısına geçtik ve filmi izlemeye koyulduk. Lanthimos, yine modern toplumun ve insanın çıkmazlarını her zamanki üslubuyla önümüze serdi ama bir farkla: Bu kez, atmosferini ve diyaloglarını Hanekevari bir şekilde, şiddet dozunu azaltarak ama rahatsız ediciliği bol kullanarak aktarmayı tercih etti. Lanthimos’un önceki filmlerine bakarak görece daha zayıf görünen film, bağımsız düşünüldüğünde ise etkilemeyi başaran ve derdini tam olarak anlatabilen başarılı bir yapım.

Çocuk istismarından aile olmaya, kefaretten fedakarlığa birçok konuda sert bir anlatımı tercih eden Lanthimos, atmosfere uygun açıları ve kadrajlarıyla da fark yaratıyor. Colin Farrell’la Lanthimos’un yakaladığı kimya uyumu da artarak devam ediyor. Sonuç olarak The Killing of a Sacred Deer, filmografi içerisinde biraz zayıf görünse de rahatsız edici güzellikte, sert bir Lanthimos filmi.

 

The Square

Ruben Östlund’un Cannes’dan Altın Palmiye’yle dönen filmi The Square, geçtiğimiz yılın en sevilen filmlerinden Toni Erdmann’ın tarzını andırıyor ve onun yapamadığı her şeyi yapmayı başarıyor. Bir sanat müzesi üzerinden sanata bakışı, modern toplumu ve insanların tüm sahtekarlığını hem de ağız dolusu güldürerek anlatan Östlund, önyargıların ne denli kötücül bir şey olduğunu da gözler önüne seriyor. Günümüzde hepimizin ya bizzat yaşadığı ya da etrafında tecrübe ettiği her türlü riyakarlık da filmin önemli noktalarından biri.

Östlund, insanı anlatan yeni ve en önemli sinemacılardan biri olduğunu bu filmde de tıpkı Turist’te olduğu gibi kanıtlamış oldu. Bir sonraki filmi için daha şimdiden oldukça heyecanlanmamızı da sağlamış durumda. Bir de tabii Claes Bang’i tanımamıza vesile oldu. Muhteşem bir performans sergileyen Bang’i yakın zamanda iddialı projelerde ve hatta Hollywood projelerinde görürsek şaşırmamalıyız.

 

Good Time

Safdie Kardeşler’in son filmi Cannes Film Festivali’nde uzun süre ayakta alkışlanmış ve heyecan yaratmıştı. Bu sebeple oluşan büyük beklenti ise boşa çıkmadı ve harika bir film Filmekimi izleyicisiyle buluştu. Zihinsel engelli bir genç ve abisinin bulaştığı soygun üzerine ilerleyen hikaye kısa zamanda geçiyor ama çok şey vaat ediyor. Atmosferin harika kurulduğu, hikayenin akıllıca kullanıldığı film, her anına uygun olan müzikleriyle de oldukça başarılı.

Robert Pattinson’ın şimdiye kadarki en iyi performansını kaydettiği Good Time, suç filmlerine getirdiği solukla da uzun süre konuşulacak gibi duruyor. Her anı zekice kotarılmış ve üzerinde ciddi anlamda çalışılmış olduğu her halinden belli olan filmin geçişleri ve önemli manevraları da son derece yerinde kullanılmış. Safdie Kardeşler bu formlarını devam ettirirlerse kardeş yönetmenler listelerinde iyi bir yer edineceklerdir.

 

The Shape of Water

 

Sinemanın en yetenekli ve vizyonu en geniş yönetmenlerinden Guillermo Del Toro özellikle biçimsel anlamda çok başarılı işlere imza atıyor. Pan’ın Labirenti gibi bir başyapıta da imza atan Del Toro bu filmde yine en iyi bildiği işi yapıyor ve fantastik bir masala imza atıyor. Temizlikçi bir kadınla bir yaratık arasında geçen aşkı sinema referansları ve görsel şölenle süsleyen yönetmen, sinemadan çıktığınızda yüzünüzde bir tebessüm oluşmasını sağlıyor.

Bazı açılardan fazla klişe ve Oscar kokusu yoğun hissedilebilir ancak ustaca kotarılmış sahneler ve vizyon göstergesi yine iyi bir film sonucunu ortaya çıkarıyor. Sally HAwkins’in başı çektiği oyuncu kadrosu da gerekeni yapınca The Shape of Water sınıfı fazlasıyla başarılı bir şekilde geçmeyi başarıyor.

 

Loveless

Modern sinemanın ustalarından Andry Zvyagintsev gerçekçi bir sinema ve herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği hikayeler anlatmasıyla biliniyor. Özellikle Dönüş filmiyle tüm dünyada rüştünü ispatlayan ve takibe alınan yönetmen, daha sonra çektiği filmlerle de hep övgüler kazandı. Bu kez anlattığı hikaye boşanma evresindeki bir çift, bu duruma çok üzülen bir çocuk ve modern toplum eleştirisinden oluşuyor. Nefret dolu, sadece kendini düşünen insanları ve sevgisiz büyüyen çocukları anlatan yönetmen bunu adeta bir ağıt haline dönüştürüyor.

Çok açık olmasına rağmen ajitasyona hiç girmeyen ama en gerçek haliyle aktardığı için içimizi parçalayan Loveless filmi, lafın hiç dolandırılmadığı, en net halin aktarıldığı çarpıcı bir film olarak aklımıza kazındı. Ailelerin kendilerini düşünmekten başka bir şey yapmadığı ve çocukların hayatını mahvettiği gerçeği izleyen herkesi sorgulamaya itecektir.

 

Happy End

Malumunuz Haneke gelmiş geçmiş en iyi yönetmenlerden biri. Burjuva kesimine yaptığı eleştiriler, şiddetin mekanizmaları ve çocuklar üzerindeki etkileri de her filminde bir şekilde yer aldı. Tabii insanların gizli ve bastırılmış duyguları, cinsel arzuları ve içlerindeki kötücül yan da HAneke sinemasının olmazsa olamazları. Şimdi ise Haneke biraz tempo düşürerek, yine aynı dertleri ama daha naif bir şekilde anlatmayı tercih ediyor ve odağına bir burjuva ailesini alıyor. Haneke’den ziyade Haneke’ye özenen genç ama yetenekli bir sinemacının filmi etkisi yaratan Haneke, harika finaliyle yine de etkilemeyi başarıyor.

Derdini modern topluma da uzatan Haneke, özellikle sosyal medya ve buradan ilerleyen gösteri toplumuna da değinmeyi ihmal etmiyor. Muhteşem oyuncular Isabelle Huppert, Jean-Louis Trintignant, Mathieu Kassovitz’in harika performanslar sergilemesi de en az bu anlamda bir konsantrasyon yaratıyor ve sinema tadını daha çok duyumsamamızı sağlıyor. Happy End, eksiklerine rağmen deneyimlenmesi gereken bir HAneke filmi.

 

Mother!

İzleyicileri ikiye bölen, katıldığı festivallerde de yuhalama ve alkışları birbirine karıştıran film, hem genel gösterime girdi hem de Filmekimi’nin açılışını yaptı. Aronofsky’nin önceki filmleriyle akrabalık bağları bulunan Mother!, biçimsel anlamda yine etkileyici sahneleri barındırıyor. Yaratım sürecinde sorun yaşayan bir şair ve beraber yaşadığı kadın üzerinden ilerleyen hikaye, bir yabancının evlerine gelmesiyle içinden çıkılmaz bir hal alır. Bu hikaye gerilim sosuyla başlar ve akıl almaz bir yere gider. Kaosun, dinin ve hayata dair döngünün karşımıza bambaşka şekilde çıktığı filmden nefret etmek de çok sevmek de aynı derecede uzak. Basit gerilim filmlerinde olan geçişler ve sahnelerin kullanımının itici bir güç olduğu filmde Jennifer Lawrance sağlam bir performansa imza atarken, Javier Bardem ise kötü bir performans sergiliyor.

Aronofsky’nin bir sonraki adımda ne yapacağını bu filmden kestirmek güç. İnanç konusund daha önce bilinen görüşleri de değişti mi bilinmez ama kafasının karışık olduğu aşikar.

Filmekimi devam ediyor ve daha izleyecek çok önemli filmler var. Thelma, 3 Billboard Outside Ebbingi Missouri, Call me by Your Name, Foxtrot ve 120 BPM en heyecanlı olduğum ve beklentilerin yüksek olduğu filmler. Önümüzdeki sayıda da onlara kısa kısa değinir ve normal gösterimde izleyecek okurlarımız için bir rehber oluşturmaya çalışırız. Şimdiden iyi seyirler.

 

 

 

Onur Kırşavoğlu
1982 İstanbul doğumlu. Baba mirası sinema sevgisini kendisini bildi bileli kalbinde taşıyor. 2008'de Kocaeli Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu'ndan 2017'de ise Anadolu Üniversitesi Medya ve İletişim Bölümünden mezun oldu. 2014 yılında Pera Sinema'da sinema eleştirileri yazmaya başladı ve hala aynı mecrada yazılarına devam ediyor. Daha sonra bir dönem Vagon Dergi'de yazıları yayımlandı. Aynı dönem Doğu Batı Dergisi'nde "Türk Sinemasının Çöküş ve Yükseliş Dönemleri" adlı makalesi yayımlandı. 2016 yılında Filmarası Dergisi ve Cine Dergi'de yazmaya başladı ve hala bu mecralarda severek yazmaya devam ediyor. Üç senedir Antalya Uluslararası Film Festivali'nde danışmanlık görevi üstleniyor ve bu görevine hali hazırda devam etmekte. Sinefoli adlı sinema programında bir sezon metin yazarlığı da yapan Onur Kırşavoğlu 2017 Ocak ayından itibaren Sinematürk sitesinin Genel Yayın Yönetmenliği görevini sürdürüyor ve yazıları / röportajlarıyla aktif kariyerine devam ediyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.