Sartre’le yoğun bir arkadaşlığı olan ve resme küçük yaşlarda başlayan Alberto Giacometti’nin 1960’lı yıllardaki ustalık dönemini, yani yaşamının bir kesitini anlatıyor Son Portre / Final Portrait. 1901 doğumlu ressam ve heykaltraşın genç yaşlarda başlayan tutkusunun 60’lı yaşlarda kesintiye uğradığını görüyoruz. Hayatını keşfetmek ve yeni malzemeler bulmak için gezen bu ressamın hayatının bu kesiminin anlatmak için ilgi çekici bulunması biraz haksızlık gibi dursa da izlerken pek keyif aldım.
Stanley Tucci’nin yazıp yönettiği filmde Giacometti köhne atölyesinde karısı ve sevgilisi arasındaki kaosa bir de Amerikalı genç romancı James Lord’u ekliyor. Bir ziyaret esnasında genç yazarın resmini çizmek isteyen ressam ile genç yazar arasındakiler filmin rutin ama bir yandan da ilgi çekici akışını oluşturuyor.
Bitmeyen portenin inadı Giacometti ve James Lord arasında aynı istekle devam ediyor, aslında portre bahane dostluk şahane gibi bir durum yaşanıyor. Lord bu uzayan durumu bir deneyim olarak her geçen günün hanesine yazarken, Giacometti yaşlılık hallerinin tekrarına düşüyor adeta. Lord bu deneyimleri ‘Bir Giacometti Portresi’ olarak yazıyor, yazılmayacak gibi değil zaten…
Garip bir çekim gücüyle ressama bağlanan genç yazar, kendisini başka bir ülkede bekleyen sevgilisine telefonda sürekli biraz daha geç kalacağını söyler, çünkü tablo bitmez, ama bir yandan da genç yazar şu soruyu en derininden sorar kendisine: ‘Daha ne kadar bu şekilde devam edebilirim’. Aslında izlerken biz de aynı soruyu kendimize soruyoruz, bu şekilde nasıl devam edebiliriz diye ama filmin değişik bir şeytan tüyü var ve bizi içine doğru çekiveriyor ve izlettiriyor.
Paris sokaklarında, meyhanelerinde biraz Lord’un bakış açısıyla sanatsal sürecin tüm kabızlıklarını ortaya seren film bir yandan da sanatsever olmayı ve sanata bakış açısını da sorguluyor. Lord’un saygısı, merakı, heyecanı ve devinimi Giacometti’nin yaşanmışlığında, tüketim ve yaratım kabızlığında gizli ve genç yazar bunu iyi bir gözlem anı olarak kullanıyor. Filmden çıktıktan sonra, özellikle de hızın tavan yapıp, beklemenin sabrının kalmadığı şu günlerde kendinize soruyorsunuz? Ben ne kadar beklerdim diye… Dedim ya tekrarlar, rutinler ve bir türlü dile gelmeyen tablonun çiziktirmeleri arasında filmi tamamlıyoruz. Geoffrey Rush’ın inanılmaz performansıyla daha da derinleşen Son Portre, biraz sıra dışı bir hikaye, bir dostluk hikayesi. Armie Harmer ise portresinin çizilmesini bekleyen ama bir yandan da derinleşen ve bir anlamda da avamlaşan muhabbetin dışında kalmak istemeyen şehirli bir yazar. Bu ikilinin etkileşiminden Son Portre ortaya çıkmış, sabırla izlerseniz keyif alabilirsiniz!