Çizgi roman dünyasının popüler simalarından olan ve adını tüm yer küreye yaymayı başaran süper kahraman Spider-Man, yepyeni maceralarıyla beyazperdedeki yerini almaya hazırlanıyor. Bu yazın en merakla beklenen işlerinden olan Spider-Man:Homecoming, son on yıllık periyottaki üçüncü farklı Peter Parker’ı izleyenlerine sunacak. Bu da haliyle, Homecoming’in daha önceki muadilleri ile kıyaslanmasına fırsat tanıyor. Biz de bu vesilesiyle, Spider-Man’in beyazperdedeki yolculuğunu ve yeni seride bizleri nelerin beklediğini mercek altına aldık. Bakalım, ağlarını şehrin yüksek binalarına ören süper kahramanımız ne gibi evrelerden geçerek bugünlere ulaştı…
Tobey Maguire ve İlk Spider-Man Serisi
Spider-Man serisinin geçmişine göz attığımızda, birçoklarının üzerine hem fikir olacağı ender hususlardan biri, karaktere en cuk oturan oyuncunun Tobey Maguire oluşudur. Keza onların kimyası öylesine tutmuştur ki, şimdilerde dahi Peter Parker dendiği zaman gözümüzün önünde canlanan siluet Tobey Maguire’in kendisi oluyor.
İlk olarak 2002 yılında beyazperdeye merhaba diyen Spider-Man, günün teknolojisini baz aldığımızda, fazlasıyla tatmin edici bir ilk film ile arz-ı endam etmektedir. Bu film, bir yandan Peter’in Örümcek Adam’a dönüşme sürecini anlatırken, bir yandan da Yeşil Cin ile olan mücadelesini aktarmaktadır. Tabii, bir ilk filmin getirdiği negatif hususlar, burada da fazlasıyla hissedilmekte. Nitekim Peter’in duygusal gelgitlerine fazlasıyla tanıklık ettiğimiz filmin, bu nedenle işin aksiyon kısmını bir nebze de olsa ikinci plana ittiği aşikâr.
İkinci film öncesi ise ipleri eline alan yönetmen Sam Raimi’nin, gelen olumsuz eleştirileri doğru yorumladığını söylemekte yarar var. Bu noktada ise seçilen düşmanın, sadece filmin özelinde değil, tüm seri genelindeki en doğru tercih olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle çizgi romanı takip edenlerin yakından tanıdığı Doktor Otto Octavius ya da bilinen adıyla anmak gerekirse Doktor Ahtapot’un tüm hırçınlığı ile boy gösterdiği ikinci film, bu nedenle oldukça güçlü bir rekabeti de huzurlarımıza getirmektedir.
Görsel efektleri ile deyim yerindeyse büyüleyen ve dinamizminden zerre ödün vermeden ilerlemeyi başaran Spider-Man 2, aynı zamanda zihinsel bir savaşı da izleyenlerine sunmaktadır. Nitekim Doktor Ahtapot ve Örümcek Adam’ın filmin başından sonuna dek, birer satranç oyuncusunu andıran akıl okumaları, onların rekabetini özel kılan en önemli husus olarak belirmektedir. Bu da film bittiğinde, her yönüyle doyurucu bir aksiyon izlemiş hissiyle koltuktan kalkmamıza olanak sağlamaktadır.
Tobey Maguire ve Sam Raimi ikilisinin ortaya koyduğu ilk iki Spider-Man filmi ilgili ne kadar methiye düzdüysek, üçüncü film için de bir o kadar eleştiri getirmek mümkün. Tabii bu noktada tüm topu Sam Raimi’ye atmak, ona yapılmış en büyük haksızlık olacaktır. Nitekim Spider-Man 3’ün başarısızlığı ve kopuk yapısında, o dönem filmin tüm haklarını elinde bulunduran Sony’nin müdahaleci tavrının pay sahibi olduğu da yadsınamaz bir gerçek.
Malumunuz, Spider-Man 3 Peter Parker’ın birçok düşmanın yanı sıra, kendisiye de mücadele etmek zorunda olduğu bir film. Bu da ister istemez hikâyeyi konu bütünlüğünden uzak ve bölük pörçük bir haleti ruhiye içine yerleştirmektedir. Peki, bunun müsebbibi kim? Esasen bu sorunun cevabını ararken, Spider Man 4’ün, senaryosu dahi hazırken neden iptal edildiğinin cevabını da bulacağız.
Spider-Man 4’ün İptal Edilişi
Dördüncü filmin iptal edilişi ilgili yıllardır birçok spekülasyon herkesin kulağına gelmiştir. Çünkü Tobey Maguire’den Sam Raimi’ye kadar seriyi ilerleten birçok önemli yapı taşının “2011 yılında Spider-Man 4 vizyonda olacak” söylemi, her şey hazırken gerçekleşen bir kopuşun da en büyük göstergesi. Ancak bu konuda bilinen en önemli gerçek, Spider-Man 3 sırasında Sam Raimi’nin Venom’u filme koymak istememesine rağmen, Sony’nin ısrarcı tavrı gösterilmektedir. Bağımsız çalışma ortamını yaratamadığı için, istediği özgünlükteki filmleri ortaya koyamamaktan şikâyet eden Sam Raimi, kendi çektiği film hakkında bile “Beğenmedim” yorumunu yapacak kadar çıldırma seviyesine gelmiştir.
Bu dakikadan sonra Sam Raimi ve Sony arasındaki ipler iyiden iyiye gerilmeye başlamışken, bir de dördüncü filmin senaryo tartışmalarının ayyuka çıkması, gelinen yolun da sonunu işaret etmekteydi. Nitekim üçüncü filmde yapımcı firmanın senaryoya müdahalesinden sonra, rahatsızlığını her daim dile getiren Sam Raimi, en azından dördüncü filmde böyle sorunlar yaşamak istemiyordu. O, insanların gençliğini emen The Vulture’u hikâyenin ana kötüsü olarak monte etmek isterken, Sony’nin devamlı olarak işine burnunu sokmasına dayanamamış ve senaryosu, castı hazır olan bir filmden elini ayağını çekerek, bir efsanenin de sonunu getirmiştir. Sam Raimi ile çalışmaktan pek de hoşnut olmayan Sony içinse, sil baştan bir Spider-Man serisi yapma fikri iyiden iyiye cazip gelince, gönüllerin Peter Parker’ı Tobey Maguire’e de veda etmiştik.
Sony tarafından atılan bu adım, o zaman için cesur bir hamle gibi gözükse de, geldiğimiz noktayı gördükçe ne kadar yanlış bir karar olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Hele hele tüm bu süre zarfı içerisinde, Wolverine’i yalnızca Hugh Jackman’ın canlandırdığını göz önüne aldığımızda, Spider-Man için üzülmemek elde değil. Evet, belki Tobey Maguire Hugh Jackman kadar büyük bir yetenek abidesi değil. Ancak karakterde yaşanacak bir istikrar, çizgi roman dünyasının efsanesini, beyazperdenin de kalburüstü figürlerinden biri haline getirebilirdi. Eğer ki Wolverine’i beyazperdeye adım attığı günden itibaren üç farklı oyuncu canlandırmış olsa, Logan’dan şu an efsane diye bahsedebilir miydik? Yorum sizin…
Andrew Garfield ve The Amazing Spider-Man
Sam Raimi ve Tobey Maguire, Sony tarafından saha dışına itilmiş; sahne Andrew Garfield ile yönetmen Marc Webb’e kalmıştır. Esasen üzerlerine ateşten bir gömlek giydikleri tartışılmayacak bir gerçek. Nitekim öyle ya da böyle birçoklarının saygısını kazanmış bir seriyi, sil baştan yapmak-yapabilmek her babayiğidin harcı değil. Bu noktada yönetmen Marc Webb, hem bir önceki seriden bağımsız bir yeni dünya yaratacak hem de her şeye burnunu sokan Sony’nin isteklerine boyun eğecekti.
Marc Webb’in yaratmak istediği yeni dünya ise, kendisini kocaman bir tuzağın ortasına çekmiştir. O, Sam Raimi’nin dünyasına oranla bir nebze daha karanlık ve sert bir atmosfer kurmak isterken, yarattığı suni dünyayla maalesef sınıfta kalmaktaydı. Üstüne üstlük, Andrew Garfield’ın da bir türlü Peter Parker’ı benimseyememesi, gözlerin devamlı olarak Tobey Maguire’ı aramasına neden olmaktaydı.
The Amazing Spider-Man serisinin ilk filmine göz atacak olursak, ısıtılıp ısıtılıp önümüze koyulan “Büyük güç, büyük sorumluluk ister” mottosunun tekrar hortlaması, henüz filmi en baştan sıkıcı bir konuma yerleştirmektedir. Nitekim Sam Raimi’nin yönettiği ilk filmde de fazlasıyla yer kaplayan bu konu ve Peter Parker’ın Örümcek Adam’a evrilişi, artık sağır sultan tarafından bile duyulmuş durumda. Bu da filmin özgün bir şey ortaya koymasının önünü geçip, ezberden konuşmasına neden olmaktadır.
Filmin artılarına değinecek olursak, ilk seride fazlasıyla göz ardı edilen Peter Parker’ın eğlenceli kişiliği bu seri de bir nebze de olsun öne çıkarılmış durumda. Özellikle Andrew Garfield’ın çocuksu görüntüsünde, hiç sırıtmayan, aksine cuk diye oturan bu eğlenceli tavırlar, bir Deadpool kadar olmasa da yer yer gülümsetmeyi başarmaktadır. İlk serinin esas kadını Mary Jane Watson’ın yerine arz-ı endam Gwen Stacy ise The Amazing Spider-Man’in bir diğer artısı. Nitekim Kirsten Dunst’ın, Tobey Maguire’in gölgesinde kalan tavrına karşılık, Emma Stone’un Andrew Garfield’i dahi alaşağı eden performansı gerçekten izlenmeye değer.
Birkaç küçük artısı dışında, genel hatlarıyla başarısız bir seri olarak lanse edebileceğimiz The Amazing Spider-Man, üçüncü filmi dahi göremeden tarihin tozlu sayfalarındaki yerini almıştır. Tabii ki, bu noktada Marc Webb’in ve Andrew Garfield’in Örümcek Adam ile uyuşmayan kimyalarının payı büyük. Ancak bir tartıya koyacak olursak eğer, Sony’nin iş bilmez tavrının fazlasıyla ağır bastığını da söylemekte yarar var. Nitekim Sam Raimi’nin yapmak istediklerini, Marc Webb’e deklere etme çabaları da ister istemez yönetmenin elini kolunu bağlamış ve seriyi bir uçuruma doğru sürüklemiştir.
Sony’nin kontrol mekanizması olarak her daim kendisini görünür kılması, şüphesiz Spider-Man’in marka değerine çok büyük zararlar vermiştir. Eğer ki şimdilerde, Peter Parker için alelade bir süper kahraman yakıştırması yapıyorsak, bunda beyazperdedeki talihsiz serüvenin payı fazlasıyla büyük. İşte, tam bu da noktada karakterin yaratıcısı Marvel devreye girdi ve kahramanının haklarına ortak olmak için ilk girişimini yaptı!
Tom Holland ve Spider-Man:Homecoming
Marvel Sinematik Evreni’nin, Spider-Man’in hakları konusunda Sony ile anlaşması, uçarı süper kahramanımız için evine, Marvel’in tam ortasına dönmesini müjdeliyordu. Tabii, bunun için karakterin büyük bir değişim geçirmesi de şarttı! Bu noktada Marvel radikal bir karar alarak, yeni Spider-Man’i bir lise öğrencisi olarak ortaya atmış ve rolü 1996 doğumlu Tom Holland’a emanet etmişti.
İlk olarak Captan America: Civil War’da karşımıza çıkan Tom Hollandlı Spider-Man, her ne kadar fiziksel görüntü olarak cılız bir imaj çizse de, eğlencesi ve hazırcevaplılığıyla aranan Spidey olacağının da sinyallerini vermiştir.
Tabii, Spider-Man’in yaşça küçük seçilmesinin ve Marvel Sinematik Evreni’ne geçmesinin bir sonucu da, Iron Man yani pervasız milyarder Tony Stark’ın fazlasıyla himayesi altına girmesi olacaktır. Spider-Man:Homecoming’in yayınlanan fragmanlarına göz attığımızda, bu durumun fazlasıyla ön planda olduğunu görmekteyiz. Eski serilerde, kostümünü kendi tasarlayan Peter’ın, bu sefer Stark’ın kendisine temin ettiği ve neredeyse başlı başına bir silah görüntüsü çizen bir kostüm giydiğini görmekteyiz. Esasen bu bile, teknolojiye ayak uydurmuş ve bağımsızlığını çoktan Stark’a teslim etmiş bambaşka bir Spider-Man’in geleceğinin habercisi niteliğindedir.
Homecoming serisini farklı kılan hususların en başında ise, şüphesiz Spider-Man’in maksimize edilmiş eğlencesi geliyor. Özellikle Deadpool ile başlatılan, “Yetişkinler için süper kahraman” formunun hepsi olmasa dahi, mizahi unsurlarını burada göreceğimiz aşikar. Ancak işin ciddiyet, sertlik ve vahşilik kısmına göz attığımızda benzer şeyleri söylemek ne yazık ki mümkün değil. Çünkü fragmanlarda her bir ayrıntısı ince ince verilen film, Marvel Sinematik Evreni’nin daha önceki yapımlarından da alışılagelmiş şekilde, daha çok teenage bir kitleye hitap edeceği apaçık bir şekilde ortada. Bu noktada sorulması elzem olan soru şu, “Marka değeri iyiden iyiye zedelenmiş olan Spider-Man’i ele ayağa düşürmek için daha ne yapacaksınız?”
Esasen bu noktada değinilmesi gereken bir konu da, Spider-Man: Homecoming’in inanılmaz kötü bir şekilde geçen PR dönemi. Öncelikle, filmin tüm fragmanlarını arka arkaya izledikten sonra hikâye ile ilgili net bir çıkarım yapmak mümkün hale geliyor. Özellikle Spider-Man’i ve Marvel Sinematik Evreni’ni yakından takip eden izleyiciler için, Homecoming sürprize açık bir film olmaktan çıkmış durumda. Üstüne üstlük, filmin üçüncü sınıf bir Hint yapımını andıran çocuksu afişi de, tüm bu negatif hadiselerin tuzu biberi olmuş durumda. Sahi, o afişi tasarlarken hiç mi işinin ehli birine göstermediniz? Yahut bunların hepsi, “Sony zaten Spider-Man’in ipini çekti, biraz da biz üzerine oynayalım” düşüncesinden doğan hamleler mi?
Peki, Homecoming’in hiç mi artısı yok? En büyük artısının The Vulture ve ona hayat verecek olan Michael Keaton olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle filmografisinin en değerlileri olan Batman ve Birdman’den sonra, yine kanatlı bir karaktere yani The Vulture hayat verecek olan Michael Keaton, şüphesiz ki Homecoming’in en büyük değeri, en büyük lezzeti. Onun filmdeki varlığı bile, koşa koşa salona gitmemize yeter de artar bile!
Beyazperde serüveni 2002 yılında başlayan ve 2017 yılı itibariyle üçüncü nesil hikâyesiyle izleyicilerinin karşısına çıkacak olan Spider-Man: Homecoming, kahramanımızın zedelenen imajını ayağa kaldırmak için güçlü bir aday mı, tartışmaya açık. Ancak Marvel’in hakları elinde bulunduran Sony ile anlaşması ve karakter üzerinde daha fazla söz sahibi olması, en azından artık bir bütünlüğün sağlanacağına dair en önemli işaret. Her ne kadar ergen bir Peter Parker bizleri beklese de, rezalet bir pazarlama politikası uygulansa da, yeryüzünün en popüler süper kahramanlarından biri beyazperdeye geliyorsa, hala bir umut var demektir. Belki Homecoming, Sam Raimi’nin yönettiği ilk serinin ötesine geçmek adına, ilk aşamada güçlü bir aday olarak durmuyor ancak Marvel’in de etkisiyle ilerleyen yıllarda büyüme potansiyeline sahip bir seri. Bakalım, iyiden iyiye gençleşen Peter Parker, yeni maceraları ile bizlere neler vadedecek, ne gibi kahramanlıklar sunacak. 7 Temmuz’da izleyip, göreceğiz.