Bu ay konuğum Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesinde 2013 yılında Film Tasarımı ve Yönetmenliği eğitimi alan genç yönetmen Gökhan Kaya. Kendisiyle kısa film ve son kısası “Haşa” üzerine konuştuk…
Öncelikle biraz kendinden bahseder misin?
Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesinde 2013 yılında Film Tasarımı ve Yönetmenliği eğitimi almaya başladım. Bu dönem teslim ettiğim tez filmi ile dört yılın sonunda 4 kısa film yapmış oldum. Sinemanın dışında Psikanaliz, Göstergebilim gibi farklı disiplinler ile de meşgul olmaya çalışıyorum. Şark edebiyatı başta olmak üzere dünya edebiyatı ile ilgileniyorum. Hatta edebiyattan aldığım zevki sinemadan alamadığımı söyleyebilirim. Bu yüzden film izleme konusunda da çuvallıyorum. Yeni bir film izleyeyim derken kendimi belli bir yönetmenin defalarca izlediğim filmini tekrar izlerken buluyorum. Bütün bunların dışında da, vakit buldukça farklı şehirlerde fotoğraf çekiyorum.
Senin için kısa filmin tanımı nedir?
Kısa filmin dezavantajı, film kavramı üzerinden tanımlanması. Nihayetinde bu: “filmin kısa olanı”. Bu yüzden kısa film, uzun film çekebilir miyim diye düşünen pek çok insanın deneme tahtası. Bu doğru bulmadığım bir yaklaşım fakat yine de deneme tahtası olması iyidir, taklit olmadığı sürece yenilik demektir. Sinemanın ihtiyacının da bu olduğunu düşünüyorum. Yenilik. Ben kısa filmi, bilinç düzeyinin evrensel eğrisi açısından doğru bir form olarak görüyorum. Mevlana diyor ya, “ney misali, hem zehir hem panzehir” diye, kısa film de tıpkı öyle. Doğru şekilde kullanıldığı takdirde toplumun tam ortasına konumlanan bir Truva atı görevi görebilir. Ben kısa filmi, şu an için toplumun gizliden gizliye ihtiyacını duyduğu aydınlanma güdüsünü kabartmak için kullanıyorum. Bu bağlamda kısa film benim için, hem topluma hem sinemaya “ne katabiliriz?” diye girmiş olduğum bir laboratuvardır.
Biraz Haşa’dan ve onu çekme nedenlerinden bahseder misin?
Çığlık atmak: acı duymak ya da korkmak gibi ani duyguların refleksinde gelişen bir eylemdir. Haşa da bir çığlıktı benim için. Bu ani duyguyu uzun bir zaman dilimine yayarak üzerinde çalıştım ve bu tiz gürültüyü başka insanlarında ciğerlerinden çıkmışçasına kurgulamaya gayret ettim. Temelde Haşa filmi, terör olaylarında hayatını kaybeden masumların sesi olmaya çalışırken, terör olaylarında hayatını kaybetme olasılığı olan bütün bir toplumun da bayrağını taşımış oluyor. Burada koca bir yelpazeden bahsediyorsak, toplumdaki her kesiminin anlayabileceği ancak incelenirse de havas izleyiciyi doyurabileceği nitelikte bir film ortaya çıkması gerekiyordu. Nitekim festivallerden vs. filmimizi gören izleyicilerin çoğu, filmi gerçekten özümsedi ve bu konuda boşa çaba harcamadığımızı bize hissettirdiler.
Öte yandan Haşa’da diğer filmlerimin aksine hikâye üzerine değil önerme üzerine yoğunlaştım. Belli alışılagelmiş ve yazılı olmayan sinema kuralları ile önermenin önüne bir set çekmek mi? Yoksa ne demek istediğini doğrudan izleyiciye aktarmak mı? Bu tür toplumu doğrudan ilgilendiren konularda hikâyenin, önermenin önüne konulmuş bir engel olduğunu düşünüyorum. Bu ikilemde izleyicinin nasıl tepki vereceğini gerçekten merak ediyordum.
Sence hızla gelişen teknolojinin, kısa filme ne gibi katkıları olabilir? Neler götürür?
Bu çok eski bir tartışma konusu aslında. İletişim kuramcılarının veyahut teorisyenlerin bu konu hakkında kaleme aldığı yazılar var. Mesela Baudrillard’ın 1970’lerde “Requiem for the Media” isimli metnine bakılması gerekir. Orada Enzestberger ve McLuhan, video kameralarının yaygınlaşması üzerine “herkes film çekebilmeli” savını tartışırlar. Burada teknoloji geliştikçe, imkânların da genişleyeceğini ve kısa film üretiminin artacağını varsayıyoruz. O zaman herkesin aynı hassasiyete sahip olduğunu da varsaymak gerekiyor. Hal böyle olunca: kısa film üretimini bir sanat yapıtı üretimi kulvarında değerlendireceksek, herkesin sanat üretebileceğini ve üretilen sanat yapıtının kalitesinin teknoloji bazında değerlendirilebileceğini söylemek gerekir. Görüntüyü yeniden üretme kıstasını sağlıyorsa iş bitmiştir. Teknoloji bunu sağlayacaksa sanat için elzem olan görevini yerine getirmiş demektir. Gerisi sanatçıda. Teknoloji her gün gelişiyor fakat Antik Yunan’dan bu yana yeni hiçbir şey yok. 3000 yıldır iki estetik kategori üzerine üretim yapılıyor. Nedir bunlar? 1.Acılar 2.Sevinçler. Bu iki kategori kendi içerisinde otuzar tane alt kategoriye ayrılıyor. Hikâyeciliğin kısa tarihi bundan ibaret. Bunun dışına çıkamadığımız sürece teknolojinin gelişmesinin de bir anlamı yok. Dün bir filmi 35mm kameralarla çekerken, bugün aynı filmi 4k kameralar ve drone’lar ile çekiyoruz. Yıllardır değişen teknoloji filmlerin içeriğine nasıl bir katkı sundu onu tartışmak gerekir. Bir şey sunmadığı gibi izleyicinin estetik algısını deforme ederek dolaylı yoldan sinemaya zarar bile verdi. Bugün uzun film diye tabir ettiğimiz filmler ne zaman insanlara uzun gelmeye başladı da kısa film diye başka bir şey çıktı? Algılarımız hadım edilerek sanat yapıtı üzerine ayırdığımız vakit minimize ediliyor. Bunun en güzel örneği bir ara moda olan Vine videolarıdır. 7 saniye içerisine bir hikâyenin sıkıştırılması isteniyor. Görüntüyü sadece izleyip üzerine düşünmeden tüketebilmemiz için harika bir form. Şimdi bir de GIF furyası var. O daha kötüsü çünkü, bu sefer görüntülerin sesleri de yok. Görseli anlayabilmek konusunda beyinlerimizi, duyumsamak konusunda ise şimdilik işitme organımızı ekarte etmiş durumdalar. Teknoloji gerçekten hızla gelişiyor.
Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve yabancı yönetmenler kimler?
Alain Robbe-Grillet, uzun zamandır hemhal olduğum yönetmenlerden. Filmlerinde sinemaya bilinç akışı gibi teknikleri uyarlamaya çalışıyor. Onun dışında aynı ortamdayken kendisine bir laf edilecek olsa çirkinleşebileceklerimden: Kiyarüstemi ve Angelopoulos var. Listeyi fazla kabartmadan bir tane de yerli ekleyeyim: Oyuncu yönetimi, mekân ve hikâye konusundaki yeteneği ve pratik çözümleri ile Tolga Karaçelik, muhakkak takip edilmesi gereken yönetmenlerden bir tanesi.
Türkiye’deki film festivalleri ve kısa filmcilere yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?
Daha önce söylediğim gibi, ne yazık ki kısa film “uzunun kısası” olarak algılanıyor. Hal böyle olunca da bazı festivaller sadece programlarını doldurmak için kısa film topuna giriyor. Ön jürileriniz filmleri uzun bulup atlaya-atlaya izliyorsa, kısa filmciyi 2-3 gün festival mekânında ağırlayamıyorsanız, vaktimiz yok diye 10 filmin yönetmenini aynı anda yan-yana dizip beşer dakikadan söyleşi yaptırıyorsanız, ödül verdiğiniz filmin parasını neredeyse 1 yıl ödemeyip güvenilirliğinize leke sürdürüyorsanız çıkartın kısa film kategorisini festivalden. İnsanların gözünde itibarınız kalsın. İsim vererek ifşa etmeye gerek yok. Sadece bu soru ne zaman sorulsa aklıma bir festival geliyor ki, ülkede kim festival düzenleyecekse gitsin bir görsün bu işin nasıl yapılması gerektiğini. 2.yılı olmasına rağmen 25 yıllık festival gibi vizyonu olan Marmaris Uluslararası Kısa Film Festivali. Harika bir deneyimdi.
Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…
1953 yılında Çanakkale Nara Burnunda bir kaza sonucu 86 kişilik mürettebatıyla batan Dumlupınar denizaltısının öyküsünü serbest uyarlama olarak çekeceğiz. Çarpışmadan sonra kendisini bir şekilde torpido dairesine kapatıp, denizin 91 metre altında kurtarılmayı bekleyen 22 genç denizcinin anısına yazılmış “Ah Bir Ataş Ver” türküsü hem filmimizin ismi hem de çıkış noktası. Önümüzdeki günlerde herhangi bir kitlesel fonlama sitesi üzerinden filmimize fon yaratmaya çalışacağız. Buradan da duyurmuş olalım şimdiden. Desteklerinizi bekliyoruz, teşekkür ederim.