Christopher Nolan 21 Temmuz günü Dunkirk’le sinemalarımıza konuk olacak. Son yılların en başarılı yönetmenlerinden olan ve yeni Kubrick olarak gösterilen Nolan, Dunkirk tahliyesini anlatacak. Fragmanı oldukça iddialı olan yapımın görsel açıdan da etkileyici olacağını şimdiden söyleyebiliriz. Bakalım yeni Kubrick adayımız, yap bozun eksik parçalarını tamamlamaya devam edebilecek mi ve Filmografisine sağlam bir savaş filmini ekleyebilecek mi? Onun savaş filmi çekme tercihini Oscar’a yoranlar ya da filmografisinde savaş filmi eksiği olmasına yoranlar oldu ama bu, yeni Nolan filmine olan heyecanı asla azaltamayacaktır.
Nolan’dan kötü film bekleme ihtimalimiz de yok. Zira; Batman serisinin son filmi hariç bırakın kötüyü ya da vasatı, iyinin altında filmi bile yok. Hatta başyapıt denebilecek filmlere de daha şimdiden imza atmış durumda. Sinemasında her zaman yeniliklere açık olan, derdini/söylemlerini net ifade eden Nolan, karakterlerini de detaylandıran ve bize içselleştirme fırsatı veren bir sinema yapmakta. Bakalım bu kez savaş filmi handikapına rağmen karakter oluşumlarında ön planda kimseyi görebilecek miyiz? Nolan’ın en çok kara film türünden etkilendiğini ve filmlerinde bunu hissettirdiğini sanırım rahatlıkla söyleyebiliriz. Yaratılan atmosfer, karakterlerin oluşum hamleleri ve anlatımı, olay örgüleri ve elbette bir yerinden illaki bir bağ kurulabilen suç ögesi. Tabii Nolan demişken zaman, algı ve hafıza konularındaki önemli söylemlerini de belirtmek gerek. Nolan, Dunkirk’te bunların ne kadarını savaş atmosferine dahil edecek ve ortaya nasıl bir anlatım çıkacak. Bunu hep beraber göreceğiz ama öncesinde biz, sinemanın her sinemsevere hitap etmeyi başarabilen savaş türüne ve türün 1990 sonrasına damga vuran birkaç sağlam modern savaş örenğine kısaca tekrar bir göz atalım.
Stalingrad – 1993
Joseph Vilsmaier’in çektiği bu 2. Dünya Savaşı filmi, türün en gerekçi olanlarından biri konumundadır. Doğu Cephesinde geçen hikaye, savaşın anlamsızlığı ve acımasızlığını güçlü bir anlatımla yansıtmayı başarmıştır. Film, dinlenmek üzere İtalya’ya yollanan bir taburun, istemeyerek Stalingrad Muharebesi’nde savaşmaları ve başlarına gelen olaylara yoğunlaşıyor. Görsel açıdan da donuk ve etkileyici sahnelere sahip olan Stalingrad, Thomas Kretschmann’ın tüm dünyada tanınmasını da sağlayan film olarak bilinmektedir.
Schindler’s List – 1993
Gelmiş geçmiş en iyi film listelerinde üst sıralarda yer alan Steven Spielberg başyapıtı, muhteşem sinematografisi, güçlü hikaye anlatımı ve usta işi sahnelerle akıllarda asla çıkmayacak güzellikte. Savaşın ve soykırımın o korkutucu, hüzünlü ve şiddet yüklü yüzünü net şekliyle beyazperdeye aktaran Schindler’s List, dramatik yapısı ve müzikleri ile de izleyiciyi yakalamayı başarıyor. Sadece 2.Dünya Savaşı değil, genel anlamda da çok özel ve çok büyük bir film olan Schindler’s List’in elbette en ağır topu ise bu performansıyla Oscar adayı olan Liam Neeson.
The Thin Red Line – 1998
Usta yönetmen Terrence Malick’in 20 yıl aradan sonra çektiği bu film, savaş karşıtlığını ve savaşın anlamsızlığını vurucu sahneler ve kan ile değil, psikolojiyle ve yitip giden hayatlarla, daha da önemlisi felsefi açıdan sorgulayarak anlatıyor. Belki de gerçek cehennemin bu dünyada olduğu mottosundan hareket ile varoluşsal düşünceyi de hesaba katan Malick, şiirsel anlatım ile de gücünü artırıyor ve büyüleyici bir sinema deneyimi ortaya koyuyor. Malick sinemasının harika kadrajları da sinemanın büyüsünü yaşamak için ideal.
Enemy at the Gates – 2001
Rusya ve Almanya amansız bir savaş içinedir. Rusların motivasyonu ve kazanmaya olan inançlarını körükleyen en öenmli şansı müthiş sniper Vassili Zaitsev, Almanların en büyük kozu ise acımasız ve zeki Albay König’dir ve bir yerden sonra film bu ikili arasında kedi-fare oyununa döner. Hem hikaye anlatımı yerindedir hem de kadrajlar bir savaş/sniper filmi için özenle çalışılmıştır. Ed Harris’in performansıysa filmin en büyük kozlarından biri durumundadır. Sadece savaş değil gerilim ve macera seven izleyiciler için de Enemy at the Gates harika bir yapım olarak sinema tarihindeki yerini alır.
The Letters From Iwo Jima – 2006
Klasik sinemanın günümüzdeki uygulayıcılarından ve ustalarından olan, yaşı 90’a yaklaşmasına rağmen hala setlerden inmeyen Clint Eastwood’un çektiği film, bir söylentiye göre cesetleri mağaralarda ve yerde gömülü bulunan Japon askerlerin üzerlerinden çıkan mektuplardan hareketle yapıldı. Aynı sene Amerikan tarafından da aynı hikayeyi çeken Eastwood, tamamı Japonca ve tarafsız bir şekilde Japonya tarafının hikayesini de anlatmayı tercih etti. Diğer parçasından çok daha iyi olan Letters From Iwo Jima, müthiş görsellik ve harika diyaloglarla izleyiciyi etkilemeyi başarıyor. Bunun karşılığını da Oscar ve Altın Küre adaylıklarıyla alıyor.
Inglourious Basterds – 2009
Alman işgali altındaki Fransa, Naziler’in en güçlü olduğu zamanlar, hayatını yeniden kurmak isteyen ve ailesinin intikamını düşleyen bir kadın, bir Alman Subayı ve Nazi avcısı bir grup… Bu harika görünen karakterler ve hikaye mükemmel bir savaş filmi izlenimi veriyor ve ortaya çıkan film de muhteşem ama bir farkla: Yönetmen Quentin Tarantino! Sanırım ne kadar çılgın olduğu konusunda başka bir söz söylemeye gerek yok.