Aksiyon sinemasının kodları günümüzde koreografik aksiyona doğru evrilmeye başladı. Öyle ki, hem bütçe, hem bir aksiyon tarzı, hem de uzun dövüş sahnelerinin izleyicide yarattığı tatmin sebebiyle Uzak Doğu’dan Ip Man ve The Raid serileri, Hollywood’dan ise John Wick serisi bu anlayışın peşinden gitti. John Wick serisi hem Keanu Reeves’i The Matrix’ten beri aradığı aksiyon figürü haline tekrar getirirken hem de çok büyük bir hayran kitlesi kazandı. Bunun üzerine John Wick’in yaratıcıları bu aksiyon figürünün kadın versiyonunu yarattıkları Atomic Blonde ile yeni bir aksiyon bombası daha ortaya koymaya karar verdiler.
John Wick’in ilk filmini Chad Stahelski ve David Leitch – Leitch’in adı uncredited olarak yazıyordu-, ikincisini ise Chad Stahelski tek başına yönetmişti. John Wick nasıl Stahelski’nin serisiyse, Atomic Blonde da David Leitch’in serisi olacak gibi gözüküyor, zira Leitch filmi tek başına yönetecek. Başrolünde Charlize Theron’un yer alacağı, Türkiye’de “Sarışın Bomba” adıyla 27 Temmuz 2017’de vizyona girecek olan filmin fragmanı beklenen etkiyi yarattı ve en az John Wick serisi kadar aksiyona doyuracak gibi gözüküyor. Charlize Theron ise rolünde Keanu Reeves kadar yankı uyandıracağının sözünü veriyor gibi.
Atomic Blonde gelmeden önce 2000 sonrasında aksiyon sinemasının hafızalarda yer eden yapımlarına bakmakta fayda var.
Casino Royale (2006)
Pierce Brosnan dönemi sonrası abartı aksiyonda doruk noktasına varan James Bond karakterini başta –sarışın Bond mu olur!” denilen Daniel Craig seçimiyle beraber adeta yeniden dirilten Casino Royale, hem gelmiş geçmiş en iyi Bond filmi hem de en iyi aksiyon filmlerinden olmayı başardı. Bond’un insani duygularına, psikolojisine, karanlık tarafına önem veren, aksiyon sahnelerini sert ve gerçekçi kılan film, Bond’un ilk defa bir kadına gerçekten aşık olması (Vesper Lynd) ile de seri açısından devrimci bir yöne sahip oldu. Öyle ki, Lynd’in izleri devam filmleri Quantum of Solace, Skyfall ve Spectre’de bile kendini hissettirdi, bu filmlerin hepsi Casino Royale’in oluşturduğu yeni Bond dünyasının güçlü senaryosundan faydalandı.
Mission Impossible III (2006)
90’ların ikinci yarısında başlayan Görevimiz Tehlike serisi içerisinde hem senaryo hem aksiyon açısın farklılığını belli eden Görevimiz Tehlike 3, bu farkını o zamanlar ilk filmini çeken J.J. Abrams’ın yönetmenlik dokunuşundan alıyordu kuşkusuz. Ethan Hunt karakterinde Tom Cruise’un karizmasının zirvesine çıktığı film, seriye Abrams ekolünden bir blockbuster anlayışını getiriyor, senaryoda Alex Kurtmaz, Roberto Orci ve Abrams’ın dokunuşları hem soluksuz izlenen bir maceraya hem de Tom Cruise – Michelle Monaghan – Philip Seymour Hoffman üzerinden kurulan dramatik yapıyla önemliydi. Öyle ki Monaghan’ın Julia karakteri Bond için Vesper Lynd neyse Ethan Hunt için de oydu. O yüzden günümüzde Görevimiz Tehlike 6’da hala Monaghan’ın karakterinin geri dönebileceği konuşuluyor. Film boyunca adı geçen “Tavşan ayağı” adlı silahın ne olduğunun bir türlü izleyiciye gösterilmemesi ve Hoffman’ın kötü karakter Owen Davian’da yarattığı nev-i şahsına münhasır kompozisyon akıllarda yer etti.
The Bourne Ultimatum (2007)
Bourne serisinin üçüncü filmi olan The Bourne Ultimatum (2007) serinin teknik anlamda zirveye çıktığı bir ustalık gösterisi olarak ölümsüzleşti. Bourne serisinin olmazsa olmazlarından kuşbakışı çekilen şehir görüntüleri üç filmin de görüntü yönetmeni olan Oliver Wood’un kamerasıyla her zamankinden daha mükemmeldi, Christopher Rouse’un bir saniye olsun sarkmayan hızlı ve oldukça zor kurgu çalışması zirve yaptı, Paul Greengrass filmin her alanına hakim yönetmenliğiyle kariyer zirvesi yaptı, üç filmin de usta bestecisi John Powell yaylı çalgıların ağırlıkta olduğu orkestra çalışmasıyla filmin tansiyonunu adeta üçe katladı. Son Ültimatom’un bu teknik anlamdaki kusursuzluğu Oscar ve BAFTA Ödülleri’nde “En İyi Kurgu” ve “En iyi Ses Kurgusu – Miksajı” dallarında ödüllendirildi. Fas’ta geçen sert dövüş sekansı adeta parmak ısıttırırken Bourne’un oldukça sert, gerçekçi, dayak atmasına rağmen bir sürü de dayak yiyen, ağzı yüzü kan revan içinde dövüş sahneleri James Bond serisi başta olmak üzere birçok aksiyona rol model oldu.
Shoot ‘Em Up (2007)
Antoine Fuqua’nın yönettiği Shoot ‘Em Up, 2006’da Crank’in aşırı abartılı ama dur durak bilmez eğlenceli aksiyonunun farklı bir modelini bir yıl sonra uygulayan ve onun çok daha üstüne çıkan bir yapımdı. Daha ilk sahnesinden Clive Owen’ın havuçla adam öldürmesinin bir absürdlükler olacağını sezdiğimiz yapım, bilinçli aşırı saçmalığını oldukça eğlenceli bir modele bürüyor, özellikle Clive Owen ile Monica Bellucci’nin erotizmiyle beraber aksiyonu harmanladığı sekansıyla unutulmazlar arasına adını yazdırıyordu. Kötü adam rollerinin vazgeçilmez ismi Paul Giamatti ise filme uygun şekilde kariyerinin en abartılı kötü adam portresinde eğlencenin dozunu yukarılara çıkarıyordu. Adam öldürmedeki hızıyla, havucuyla ve hiç gülmeden mizah duygusunu yansıtmasıyla birlikte Clive Owen’ın Smith karakteri aksiyon dünyasının Bugs Bunny’si olarak hafızalarda yer etti.
Yip Man serisi (2008-2010)
İlk filmde Çin – Japonya savaşını arka planına alarak saygı, mücadele, erdem, disiplin, gurur gibi kavramlar ekseninde hem etkileyici bir tarihsel biyografi hem de dövüş sanatları filmlerinin en iyilerinden birini izlemiştik. İkinci filmde Çin’den Hong Kong’a taşınan yapı tüm Sufi ustalarının dayanışma gösterisine dönüşmüş, ilk filmde kötü adam konumundaki Japonların yerini İngilizler almıştı. Doğu’nun Wing-Chun dövüş sanatıyla Batı’nın boks sporunu bir araya getiren film, içeriğiyle ve boks ringinde yaşananlarla Uzak Doğu’nun Rocky 4’ü olarak nitelendirilmişti. Ip Man 3 ise serinin ilk iki filmine göre hikaye ve aksiyon bakımından daha geride kalmasına ve Mike Tyson’un filmdeki varlığını pek değerlendiremiyordu ama yine de iyi çekilmiş dövüş sahneleri, Wing-Chun aksiyon koreografileri ve Donnie Yen’in varlığıyla kendini zevkle izlettirme konusunda sıkıntısı olmayan bir yapımdı.
The Raid serisi (2011-2014)
The Raid: Redemption, ‘yılın en iyi aksiyon filmi’ sloganıyla birden ortaya çıkarak Hollywood aksiyonlarının tekdüzeliğinden bıkmış olan birçok insanın da ilgisini çekti. Başrolünde Iko Uwais’in oynadığı film, tamamen azılı suçlularla dolu bir binaya polis tarafından yapılan baskını anlatıyordu ve 101 dakika boyunca izleyiciye hiçbir anında nefes alma payı bırakmadan koreografik bir dövüş şölenine imza atıyordu. The Raid 2: Berandal ile Endonezya, Singapur, Filipinler gibi ülkelere özgü “pencak silat” savaş sanatı koreografilerinde adeta ulaşılması güç bir zirveye çıkan, 2,5 saatlik bir süre zarfında ‘epik suç filmi’ kalıbını kullanarak ilk filmin senaryosunu da geliştiren Evans, sadece 2000 sonrası değil, gelmiş geçmiş en iyi aksiyon filmlerinden birini çekti.
Fast Five (2011)
Justin Lin yönetimindeki serinin beşinci filmi Hızlı ve Öfkeli: Rio Soygunu, serinin hayranı olan ya da olmayan birçok kişiye göre en iyi filmiydi ve serinin bugüne kadarki yörüngesini değiştirdi. Karakterler birbirine bağlandı, olaylar toparlandı, oyuncu kadrosu genişledi, aksiyon sahneleri ve kurgusu ilk dört filme oranla daha çok öne çıktı, araba yarışlarından ziyade dövüş ve aksiyon sahneleriyle öne çıktı. Böylelikle sanki ilk dört film, bu beşinci film için çekilmiş gibi bir izlenim yarattı. Fast Five’ın başarısı bir Hızlı ve Öfkeli filmi olarak düşünülmediğinde bile yine gayet başarılı bir aksiyon filmi olmasıydı. 125 milyon dolar bütçeli filmin dünya çapında 626 milyon dolar hasılat elde etmesi serinin büyük geri dönüşü oldu ve günümüzde 8 filmlik bir seriye dönüşmesini tetikledi.
Skyfall (2012)
Birçok kişi tarafından en iyi Bond filmi olarak görülen Skyfall, özellikle Sam Mendes’in yönetmenliği ve Roger Deakins imzalı görüntü yönetimiyle o kadar üst düzeydeydi ki, kuşkusuz hiçbir Bond filmi bu kadar iyi yönetilmemiş ve bu kadar sinematografik olmamıştı. İlk 15 dakikalık harika aksiyon sekansının tamamen İstanbul’da çekilmesi bizi ayrıca ilgilendirirken, radikal değişiklikler yine kendini gösterdi. Filmin sonunda 1995’den beri “M” rolünü üstlenen Judi Dench seriden ayrıldı ve yerine Ralph Fiennes getirilerek eski günlere geri dönüş için göz kırpıldı. Naomie Harris’in “Moneypenny” olarak tanımlanması da büyük bir özlemi dile getirirken, Adele’nin “Skyfall” şarkısı ise adeta Madonna’nın Die Another Day’da yaptığını da katlayarak filmin ününün katlanmasına epey katkı sağladı. Skyfall, 200 milyon dolarlık bir filme göre sanatsal yönünün epey güçlü olması ve aksiyon sahnelerinin diğer Bond filmlerine göre daha minimum yer almasına rağmen 1 milyar dolar gibi inanılmaz bir hasılata ulaşarak efsane bir başarıya imza attı. Öyle ki, 23 Bond filminin toplamının maliyeti 1 milyar dolar ederken, sadece Skyfall 1 milyar dolar hasılat getirdi.
John Wick serisi (2014-2017)
Keanu Reeves’i yeniden bir ikon haline getiren ilk John Wick filmi, aksiyon türünün tüm klişelerini kullanmasına rağmen dövüş sanatları uzmanı yönetmeni Chad Stahelski’nin çatışma sahnelerini ve aksiyon koreografilerini vizyoner bir sinematografi çalışmasıyla harmanlayan başarılı yönetimiyle 2000’li yılların en klas aksiyon filmlerinden birine dönüştü. John Wick 2 ise dövüş koreografilerini ilk filmin de üzerine çıkarak uygulayan, kendi evrenini daha da genişleterek eğlendiren, çizgi roman, video oyunu ve anime estetiği / tiplemeleriyle çok yönlülüğünü artıran, sinematografik vizyonuyla keyif veren ve sekanslarıyla nefes kesen bir aksiyon bombasıydı.
Mad Max: Fury Road (2015)
2000 sonrası en çok konuşulan aksiyon bombalarından Mad Max: Fury Road’ta George Miller, yönetmenlik hünerlerinin adeta zirvesine çıkarak hem kendi yarattığı serinin hem de aksiyon sinemasının sınırlarını zorladı. John Seale’in akıl almaz ustalıktaki sinematografi çalışması bir resimli roman hissiyatı yaratırken, Junkie XL’ın çılgın müzikleriyle çölde geçen vahşi bir rock operasına dönüşüyordu. CGI efektleri minimumda tutarak nasıl çekildiğine hayret edeceğimiz saf aksiyon sahneleri üreten Miller, hikayeye yüklediği feminist alt metinlerle dikkat çekmesinin yanı sıra, hem gişe hem popüler izleyici hem de eleştirmenler nezdinde büyük bir başarı sağlayarak çıtayı çok yükseğe yerleştirdi.
Halil İbrahim Sağlam