“16 Haziran’da gösterime girecek Personal Shopper’ın yönetmeni Olivier Assayas’nın favori filmlerine göz atmaya ne dersiniz?”
1955 Paris doğumlu Fransız sinemacı Olivier Assayas’nın son filmi Personal Shopper (Hayalet Hikâyesi), 16 Haziran’da gösterime giriyor. Assayas’nın filmografisine baktığımızda Demonlover (2002) gibi filmlerle daha önce de tür sinemasına yakınlaştığını gözlemleyebiliyoruz. Ancak Personal Shopper’daki hayalet öyküsü aracılığıyla korku türüyle ilk kez flört eden Assayas, türle çok samimi olmamaya özen gösteriyor ve başkarakteri üzerinden acı, yabancılaşma ve kimlik arayışı gibi başlıkları kurcalıyor.
Olivier Assayas’dan muhteşem bir arşive sahip Criterion Collection’ın web sitesi için, koleksiyonda yer alan filmler arasından bir “en iyi on” listesi hazırlaması istenmiş ama Assayas minik hileler ile listeyi on filmin ötesine taşımış. Gelin hep beraber Assayas’nın favori filmlerine deneyimli yönetmenin yorumları eşliğinde göz atalım.
The Leopard (1963, Luchino Visconti)
Ölümünün üzerinden yaklaşık 40 sene geçmiş olmasına rağmen, hâlâ sinema tarihinin en rahatsız edici figürlerinden biri olan yönetmenin en iyi filmlerden biri. Visconti’nin filmleri; tutkuları, geçmişle geleceği birleştirmeleri, karakterleri, hem son derece insani, hem de her bakımdan üstün olmaları ile sinemanın sınırlarının ötesine taşıyorlar. The Leopard da onun zirve filmlerinden; iyi film yapmanın cisimleşmiş hali, gösterişli, eğlenceli, bıçak gibi keskin ve melodramatik. Sonsuza kadar sizinle kalıyor.
Pickpocket (1959, Robert Bresson)
Andrei Rublev (1966, Andrei Tarkovsky)
Robert Bresson olmasaydı, burada bu cümleleri kuruyor olmayacaktım. Genç delikanlılık çağlarımda bana sinemanın ne olabileceğini ve diğer sanatların başyapıtlarıyla nasıl rekabet edebileceğini gösterdi. Sinemanın, birinin hayatını adamasına değer bir şey olduğunu da.
Ingmar Bergman bir seferinde şöyle söylemişti: birçok sinemacının hayatları boyunca mücadele ederek ulaştıkları yerlere Tarkovsky hiçbir çaba harcamadan gelmiştir. Ondan daha iyi ifade edebileceğimi düşünmüyorum.
White Material (2009, Claire Denis)
A Christmas Tale (2008, Arnaud Desplechin)
Chungking Express (1994, Wong Kar-wai)
Dazed and Confused (1993, Richard Linklater)
Frances Ha (2012, Noah Baumbach)
Moonrise Kingdom (2012, Wes Anderson)
Yi Yi (2000, Edward Yang)
Sinemacıların (kendim dahil) listelerini okuduğumda, çağdaşlarının adlarının anılmamış olmasına feci bozuluyorum. Günümüz her zaman okunması en zor olandır. Onun yerine geçmişin ustalarına odaklanırsan listen tartışmasız kabul görür. Burada başlangıçlarından beri takip etme şansına eriştiğim birkaç sinemacının ismini anmam lazım. Az ya da çok sıklıkta birçoğuyla yolumuz kesişti ama ben onlara daima hayranlık besledim. Ayrıca bana esin kaynağı oldukları için de minnettarım. Kendimi onlarla ya da onların filmleriyle diyaloga girmiş gibi hissediyorum ve bu kendi işlerime de yansıyor. Edward Yang öldü, onu çok özlüyorum, Hou Hsiao-hsien ile birlikte modern Çin sinemasının yaratıcısıydı, arkadaşımdı.
Nashville (1975, Robert Altman)
Robert Altman’ın 1971 ile 1975 yılları arasında hata yapması mümkün değildi ve Nashville de o sürecin zirvesidir. Ondan önce Hollywood’da özgürlük, bağımsızlık ya da özgün doğallık hissi çok nadir görülürdü. Plan sekanslar, kaydırmalı çekimler, oyunculara verdiği alan, onların ses bindirmelerine izin verme şekli, serbestlik ve anlatının derinliği. Bunaltıcı ve düşmanca bir ortamda bir yudum temiz hava gibiydi. Çok uzun sürmedi gerçi.
Heaven’s Gate (1980, Michael Cimino)
Bu filmin inanılmaz bir şekilde restore edilmiş yönetmen kurgusunu birkaç hafta önce izledim. Michael Cimino’ya her zaman hayranlık duymuşumdur ve gösterime girdiğinde Heaven’s Gate’i de birkaç ufak detay hariç çok sevmiştim. Şimdi bu başyapıt hakkında herhangi bir itirazım olmuş olmasına inanamıyorum. Sadece güzel yaşlanmakla kalmamış. Her nasılsa üzerinden geçen zaman, bu filmin o zamanlar göremediğim olağanüstü ve üstün bir başarı olduğunu açığa çıkarmış.
Videodrome (1983, David Cronenberg)
Cronenberg bir dâhidir. Tür sinemacılığını yeniden keşfetmiş ve ona en iddialı kurgunun derinliğini vermiştir. Bu kelimenin tam anlamıyla öncü iş, onun başyapıtlarından biridir. Gösterime girdiğinde gözlerime inanamamıştım. Bir sinemacının sadece günümüzün ruhunu ya da onun gizli anlamını kıskıvrak yakalamakla kalmayıp, aynı zamanda onun şiirsel ve gizemli güzelliğini bulmasına inanamamıştım. 15 sene sonra çektiği ve çok başka bir dünyada geçen eXistenZ, bu filmin büyüleyici bir yankısı gibi. David Cronenberg’in en büyük modern sanatçılardan biri olduğunu düşünüyorum.
Che (2008, Steven Soderbergh)
Steven Soderbergh bir harika! Bugün ABD’deki en cesur, en zeki ve en özgün sinemacıdır. Bütün filmlerini sevmiyorum ama çoğuna –bırakın sevmeyi- hayranım. En küçük işinde bile başkalarının en başarılı işlerinden daha fazla sinema sevgisi ve sinema anlayışı var. Che, bugüne kadar çekilmiş filmler arasında, askeri strateji ile bu ciddiyette ilgilenen tek film. Carlos’u, başka türlü sunulsa gözümü korkutacak bir seviyede hayal etmeme yardım etti.
La Dolce Vita (1960, Federico Fellini)
Army of Shadows (1969, Jean-Pierre Melville)
Asla bir Fellini tutkunu olmadım, benim için fazla barok. Ama La Dolce Vita insanı hayrete düşüren bir film; bir dönemi, bir kültürü, bir şehri özetleyen bir film; kendi tarzında bir tarihi önemi var. Belki de o dönemin en iyi İtalyan filmi, aynı Jean Eustache’in, şimdi tamamen yok olmuş olan bir şehri, bir zamanı, bir kültürü bünyesinde barındıran ve on yıl sonra, o zamanki hareketin marjinal figürlerinden biri tarafından yapılmış, son yeni dalga filmi The Mother and the Whore gibi.
Jean-Pierre Melville’e olan hayranlığım yıllar içinde büyüdü. O, Bresson gibi bir minimalist ama çerçeveyi boşaltmıyor, birçok görünenden kurtulup yerine görünmeyeni ekliyor. Çok fazla gangster filmi çekmedim ama onun, hayatları ihanet ve ölüm üzerine şekillenen polislere ve kanun kaçaklarına olan düşkünlüğünü anlayabiliyorum. Army of Shadows ile Joseph Kessel’ın yarı otobiyografik romanını uyarladı ve Fransız Direnişi’nin en iyi filmini yaptı. Army of Shadows sadece en önemli Fransız filmlerinden biri değil, aynı zamanda ulusal bir hazine.
Fanny and Alexander-TV Versiyonu (1982, Ingmar Bergman)
Topsy-Turvy (1999, Mike Leigh)
Fanny and Alexander’ın televizyon versiyonu, tabii ki Bergman’ın onayladığı tek versiyon. Televizyon versiyonu deniyor çünkü bu şekilde finanse edildi ama beyazperdede, tek bir ara verilerek izlenmesi gerekiyor. Bergman’ın son başyapıtı. Önceleri bu film biraz gözden kaçtı çünkü sinema versiyonu denilen kısaltılmış halinde bazı zenginliklerini kaybetti. Yavaş yavaş, tam hali tekrar seyredildikçe kendini kabul ettirdi ve bütün çalışmaları göz önüne alındığında anahtar bir rol üstlendiği anlaşıldı. En azından bende öyle oldu.
Topsy-Turvy’yi bu listeye almak zorundaydım. Bu anlaşılmamış ve gerçek değeri verilmemiş Gilbert ve Sullivan biyografisi, sanat ve ticaret arasında kalmış şov dünyasının en dokunaklı, en komik ve en acımasız tasvirlerinden biridir. Hem yaratım sancılarına, hem de gişe endişelerine tanık oluruz. Sadece Jean Renoir’nın French Cancan’ı ile karşılaştırabilirim.
Desire (1937, Sacha Guitry)
Judex (1963, Georges Franju)
Sacha Guitry’nin dehasının Fransa sınırları dışında anlaşılmamasına inanamıyorum. Fransız sinemasının en önemli figürlerinden biridir, hatta en büyüklerinden biri. Biraz kenarda kalmasının sebebini, film yapmaya başladığında -ki sesli sinemaya yeni geçilmişti- orta yaşını çoktan geçmiş ve sahnelerin aşırı tanınmış ve aşırı başarılı simalarından biri olmasına bağlıyorum. Sessiz dönemden hiçbir iz taşımayan bir stili vardı. Dile itibar eden ilk Fransız sinemacılardan biridir. Asla kendi oyunlarını basitçe kayda almakla yetinmedi; kafayı sinemanın özelliklerini kullanmaya takmıştı ve bu sayede yeni bir dilin öncülüğünü yaptı. Genelde başrolde yer alan önce Jacqueline Delubac, sonra Genevieve Guitry, daha sonra da Lana Marconi’den yani eşlerinden de ilham alan Guitry, ilk ve belki de en büyük Fransız senarist/yönetmendir. Desire, harikulade bir filmdir. Keşke Criterion, babası ünlü oyuncu Lucien Guitry’nin hayat hikâyesini anlatan ve benim de kişisel favorim olan Le Comedien’i de yayınlasa.
Bir başka anlaşılamayan Fransız yönetmen de Georges Franju’dur. Daha çok Eyes Without a Face ile bilinir ama aslında çok istikrarlı bir filmografisi vardır.
Rififi (1955, Jules Dassin)
Thief (1981, Michael Mann)
Tipik bir Fransız suç yazarı Auguste Le Breton’un romanından uyarlanan, kariyeri McCarthycilik nedeniyle tam da zirvedeyken sekteye uğrayan Amerikalı bir sinemacı tarafından yönetilen ve Paris’te Fransızca dışında bir dilde çekilen ilk film olan Rififi, garip bir hayvan gibidir. Jules Dassin’in, beş sene önce Londra’da çekilen bir önceki filmi Night and the City, başyapıtıdır. Çocukken bir Fransız kanalında keşfettiğim bu Fransız ve Amerikan kara filmlerinin kırması, beni daima şiddeti, umutsuzluğu, karanlığı ve güzelliği ile etkilemiştir. Sadece birçok filmi Rififi’den türeyen Melville değil, Fransız tür sinemasının birçok ikincil ismi üzerinde de etkili olmuştur.
Michael Mann’a hayranım; günümüz Amerikan sinemasının en ilham veren sinemacılarından biri ama o zaten en başından beri oradaydı. İlk filmi Thief’te Melville’den izler vardır; gerçekçilik adına keskin bir göz, ama aynı zamanda ilişkileri kusursuzca çizilmiş derin karakterler ve müthiş oyunculuklar. Mann’ın, geometrik modernliğe düşkünlüğü, her zaman tür sinemasına hizmet etse bile Antonioni’yi hatırlatır. Bu etki, Heat’in son sahnelerinde bariz biçimde görülür.
Murat Kızılca