Dario Argento, film yapımcısı ve yönetmeni Salvatore Argento ve Brezilyalı fotoğrafçı Elda Luxardo’nun oğlu olarak, birçok tanınmış İtalyan yönetmen gibi Roma’da dünyaya geldi. Her Romalı yönetmen gibi şehirden beslenen ve öncelikle çok film izleyen bir kişiliğe sahip olan Argento, daha sonra kariyerine eleştirmen olarak devam etti. Lise öğreniminde çeşitli dergilerde sinema yazıları yazan Argento, özellikle korku türüne o zmanlardan merak salmıştı. Kolej ve daha üst eğitimine devam etmeyen, bunun yerine sinema yazmayı seçen Argento, gazetelerde de yazmaya başladı ve kendini bu alanda geliştird. Elbette bu sektöre girmesini de kolaylaştırdı ve daha sonra birçok projede beraber çalışacağı ünlü sinemacılarla daha küçük yaşta tanışmasına sebep oldu. Gazetede çalışırken senaristlik yapmaya başlayan Argento, önce daha küçük çapta projelerde yer aldı ve daha sonra İtalyan sinemasının büyük filmlerinde de çalışma şansı elde etti. Kızı Asia Argento’yu da sinemaya kazandıran büyük yönetmen son yıllarda yaşının da etkisiyle bir yavaşlama döneminde girdi ve filmleri düşük kalibredeydi ama şu sıralar prodüksiyon aşamasında olduğu bir filmi bitirmek için uğraşıyor ve bundan dolayı biz çok ama çok heyecanlıyız.

Rahatsız Edici Güzellikte: Dario Argento Sineması

İtalyan suç filmlerinin –daha öncesinde de romanlarının- bir nevi alt türü olarak kabul edilen, grotesk bir tavır içeren ve şiddet öğesinin alabildiğince sınırsız kullanıldığı b-filmlerine denmektedir. Tabii görece bir üslupla biraz farklı betimleyenler olacaktır. Bu türün kendine has özellikleri Mario Bava ve Lucio Fulci’den başlar ve Dario Argento üstada kadar uzanır. Hatta Argento, tamamen b-film kategorisinde olan giallo türüne kalite kazandırmış ve korku külliyatı içerisinde sağlam bir yer kazandırmıştır. Sinemanın ve korkunun ruhunu taşıyan ama eksiği gediği çok olan bu tür Argento sayesinde artık çok daha fazla bilinir ve üzerine çok daha fazla tartışılır bir hale gelmiş, günümüze kadar da uzanmıştır. Hatta üstad Giallo adlı bir film çekmeye kadar işi götürmüştür. Peki Argento için sadece giallo türünden mi bahsetmeliyiz? Elbette hayır! Onun korku sinemasında açtığı yol ve belleklere kazıdığı tarz, sinemayı sinema yapan unsurların da ötesinde yer almaktadır. Öyle ki; türün hayranları bile dinamiklerin tersyüz edilişi karşısında çaresiz kalır ve hayatında unutamayacakları deneyimleri yaşamış olurlar.

Argento’nun sinemasına yönetmenlik üzerinden biraz ara verelim ve senaristliğine bir göz atalım. Çoğumuza ve bana göre gelmiş geçmiş en iyi western filmi, spagetti alt türüne ait Once Upon a Time in the West filmidir. Leone ustanın bu başyapıtı boşuna başyapıt olmamış ve senaryosunda ustalar bir araya gelmiştir. Leone ve Donati’ye, Bertolucci ve Argento eşlik etmiş, ortaya da muhteşem bir senaryo çıkmıştır. Argento’nun kattıkları sayesinde, özellikle anlatı olarak film epey güç kazanmış ve daha olgun olmasında Argento önemli yer sağlamıştır. Böylece sinema sanatına Argento’nun verdiği katkılara senaryo anlamında da en iyilerden biri eklenmiş, katkısı sayesinde gelmiş geçmiş en iyi filmlerden biri ortaya çıkmıştır. Tabii senaristlik katkısı sadece bu filmle sınırlı değil. Argento tamamen kendi filmlerine geçmeden ve kendi senaryolarını da yazmya başlamadan evvel özellikle western külliyatına senarist olarak önemli katkılarda bulunmuş bir isim. Mizahi yönünü korkularına pek fazla bulaştırmayan Argento, bu hakkını western filmlerinin bazılarında kullanmaya karar vermiş, çok da iyi yapmış. Bazı erotik filmlerin senaryolarında da imzası olan Argento, Un Esercito di 5 Uomini, Un Corde…Un Colt…, Commandos, Oggi a Me… Domani a Te… gibi filmlerde senarist olarak katkı vermiştir ve bunlar oldukça önemli yapımlardır.

Argento’nun korku sinemasına dönecek olursak hayranlığımızı dile getiren sözlerle yazıya devam edebiliriz. Her şeyden evvel Argento’nun Bava’dan etkilenmiş olmasına rağmen kendine has bir sineması olduğunu ve kimseye benzemediğini vurgulamak gerekir. Filmin birkaç sanesini görünce Argento filmi olduğunu anlamak pek güç olmasa gerek. Zira; Argento estetik açıdan kusursuzdur ve mükemmeliyetçidir. Onun kadrajları ve renkleri adeta bir vals eşliğinde dans eder. Biçimsel olarak kendisiyle yarışabilecek bir korku sineması yönetmeni yoktur ve bu anlamda Hitchcock dahil olmak üzere herkesin üzerinde yer alır. Özenle kotarılmış ve sanat yönetmenliği eserleri olan atmosfer, set ve dekorlar muhteşemdir. Kurgu ve geçişler öylesine uyumludur ki gerçekliği en fantastik filminde bile hisseder, sinirlerimizin kontrolünü kaybederiz. Argento filmleri eşsiz bir keyif, rahatsız edici güzellikte bir deneyimdir. Atmosferin güzelliği ve inandırıcılığı bizi hapseder ve korkmak kelimesini iliklerimize kadar yaşarız. Açılar öyle dehşettir ki kendimizi hikayenin içinde bulamamak gibi bir şansımız yoktur. Kısacası; Argento filmi izlerken hem korkunun sınırlarında dolaşır, hem de çok büyük bir sinema keyfi yaşarız…

Ünlü sinema yazarı James Gracey, Argento sinemasını şu şekilde tanımlar: “40 yılı aşkın bir süredir, Dario Argento’nun nefes kesici biçimde şiddetli ve asortik filmleri dünya etrafındaki izleyicileri şoke ediyor ve dehşete düşürüyor. Bir Argento filmi izlemek tamamen içsel bir tecrübenin keyfine varmaktır. Özenle hazırlanmış set bölümleri ve baş döndürücü sinema sanatçılığı kan ve gücün kakofonisinde çarpışır. Kamera, durmaksızın avının beşinde dolaşan bir silah gibi kullanılır. Şaşılası görüş açısı çekimleri izleyiciyi ölüm ve kargaşanın her şatafatlı tasvirinde içine alırken hem kovalanan hem kovalayan kılar.

Çekici kadın kurbanlar soyut dehşetin içine akarken, hepsi kendi savunmasızlığının farkında, özlemle arkalarına bakarlar. Zaman zaman her cinayet neredeyse şehvetli bir şekilde, daha çok seks sahnelerini andırırcasına filme alınır: kanlı kaosların rahatsız edici bir orgazmında doruğa çıkan kan ve beden çılgınlığı.

Dehşet ve gerilim sahneleriyle kendisi de bir isim yapmış olmakla birlikte, Argento sık sık ‘İtalyan Hitchcock’ diye anılır. Fakat Hitchcock’un çalışmaları sabit doğrusallık, odaklanmış akış, anlatı ve mantıkla özdeşleşirken, Dario Argento’nun filminde bunlar atmosfer, teknik yetenek ve provokatif betimlemelerle yer değiştirir

  1. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde Yenilenmiş Halini İzlediğimiz SUSPIRIA

Korku türü son yıllarda epey değişim gösterdi. 90’lara damga vuran teen slasher akımından sonra nereye evrileceği merak konusuydu. Tıpkı bizim sinemamız gibi, dünya sineması da seri katillerden, arızalı karakterlerden biraz uzaklaştı ve doğaüstü olaylara yer vermeye başladı. Özellikle James Wan önderliğindeki yeni sinemacılar, bu anlamda oldukça başarılı ve etkileyici işlere imza attılar. Peki 70’ler sinemasının sonları ve 80’ler başında durum neydi? Myers, Freddy, Jason gibi psikopatların hüküm sürdüğü yıllarda doğaüstü konular işlenmiyor muydu? İşte bu soruların, isim üzerinden gidildiğinde, tek ve en orjinal cevabı şöyleydi; Dario Argento…

Argento sinemasında biçimin çok önemli olduğu, hatta çoğu zaman hikayenin epey önüne geçtiğini söyleyebiliriz tekrar. Görsel açıdan doyurucu, oldukça sert ve stil ustası olduğunu kanıtlayan cinsten sahneler de Argento sinemasının olmazsa olmazları. Bu anlamda en özgür davrandığı, hikayeyi de çok boşlamadığı ve kült mertebesine ulaşmış filmi Suspiria, ustanın başyapıtlarından biri ve filmografisinin de kesinlikle en iyisi. Sadece bununla kalmayıp, korku külliyatının en iyilerinden biri olduğunu söylemek de sanırım abartı olmaz. 1980 yılında çektiği Inferno ve 2007 yılında kotardığı La Terza Madre ile birlikte “Üç Ana” üçlemesini oluşturan Suspiria, en rahatsız edici ve herkes tarafından hazmı kolay olmayan bir klasik olarak sinema tarihinde yerini almış durumda.

Suspiria Giallo romanları tadında başlıyor ki Argento’nun ustası kabul edilen Mario Bava bu anlamda öncü sinemacılardan. Ondan aldığı ilham ve Scorsese’ye kadar bulaşan kamera hareketleri sanırım sinemasının temelinin en güçlü yanları. Ucuz romanları ve b-film özelliklerini destekleyen pek çok öğe de gözümüze net olarak çarpmakta. Aşırı kan kullanımı, son derece rahatsızlık verecek cinayet sahneleri ve Argento’yu yıllarca kadın düşmanlığı ile suçlamaya yetecek kadar sert olan kadın kurbanların öldürülme şekilleri. Burada sanırım yanlış anlaşıldığı yerler, stil konusundaki takıntılarından dolayı, en ufak detayına kadar cinayetleri göstermek istemesi. Yani, cinayet olayını görsel açıdan şölene çevirip, belki de kendi içinde meşrulaştırması. Bunu da kadın karakterler üzerinden yapması farklı yorumlanabilmekte. Suspiria’da bu durum çok daha ön planda. Bir de Goblin grubunun epey rahatsız eden müzikleri ile birleşince seyirciyi yakalayıp, amacına fazlasıyla ulaşıyor Argento. Bu yöntemlerin kullanılması ile de film, ikinci yarıdan sonra bambaşka bir hal alıyor ve hala günümüzde korku sineması üzerinde etkilerini görebildiğimiz doğaüstü güçler, soyut kavramların somutlaştırılması gibi yöntemlerle tinsel konulara evriliyor. Efsaneleşen ve filmin doruk noktasına ulaştığı anlarda görülen cadı topluluğu ve benzeri sahneler ile de Argento tür içindeki her dinamikte usta olduğunu adeta tekrar tekrar kanıtlıyor.

Suspiria, sanat yönetimi açısından da bir başyapıt. Giuseppe Bassan’ın bu anlamdaki başarısı dudak uçuklatan cinsten. Koridorlar, tavanlar, filmin atmosferine yardımcı olcak herşey ustaca kotarılmış. Yani, set ve dekorlar inanılmaz ayarında ve etkileyici durumda. Kabaca, bu filme daha iyisini bulmak neredeyse imkansız diyeceğimiz türden. Bunu, Luciano Tovoli’nin harika görüntüleri ve ışık kullanımı da destekleyince o bahsettiğimiz stil ustalığını yakalamak çokta zor olmuyor. Argento’nun yaratıcılığı ile birleşen bu özellikler, öylesine muazzam bir tad bırakıyor ki damakta, her izlendiğinde ve hal aynı tadı almak sürpriz olmuyor.

Sonuç olarak, Suspiria elbette herkesi memnun edecek bir film değil. Nefret eden ya da izlerken tahammül sınırları zorlanıp tamamlayamayacak izleyici çok olacaktır. Ancak, hem Avrupa sineması dinamikleri taşıyan, hem anlattığımız üzere ucuz romanları referans alan Suspiria, hayatınızdaki en korkunç 100 dakika olmaya aday.

 

 

Onur Kırşavoğlu
1982 İstanbul doğumlu. Baba mirası sinema sevgisini kendisini bildi bileli kalbinde taşıyor. 2008'de Kocaeli Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu'ndan 2017'de ise Anadolu Üniversitesi Medya ve İletişim Bölümünden mezun oldu. 2014 yılında Pera Sinema'da sinema eleştirileri yazmaya başladı ve hala aynı mecrada yazılarına devam ediyor. Daha sonra bir dönem Vagon Dergi'de yazıları yayımlandı. Aynı dönem Doğu Batı Dergisi'nde "Türk Sinemasının Çöküş ve Yükseliş Dönemleri" adlı makalesi yayımlandı. 2016 yılında Filmarası Dergisi ve Cine Dergi'de yazmaya başladı ve hala bu mecralarda severek yazmaya devam ediyor. Üç senedir Antalya Uluslararası Film Festivali'nde danışmanlık görevi üstleniyor ve bu görevine hali hazırda devam etmekte. Sinefoli adlı sinema programında bir sezon metin yazarlığı da yapan Onur Kırşavoğlu 2017 Ocak ayından itibaren Sinematürk sitesinin Genel Yayın Yönetmenliği görevini sürdürüyor ve yazıları / röportajlarıyla aktif kariyerine devam ediyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.