“Hayata bakışımız, artık hayat olmadığı gerçeğini gizleyen bir ideolojiye dönüşmüştür.” Adorno… Big Little Lies güzel kadınlar, yakışıklı erkekler ve muhteşem evleriyle verdiği seyir zevki kadar içeriğiyle kadının toplumsal konumunu tartışan özgün bir yapım. Belki yeni bir şey söylemiyor ancak eski kabul edilen çoğu geleneksel değerin devam ettiğini göstermesi çok değerli ve yeterlidir elbette. Gösteri toplumunun sakatlanmış bireyleri sonsuz lüks ve kusursuz donanıma karşın alabildiğine eksik, yalnız ve mutsuzdur metinde. Sosyal normların ve modern toplumun ahlak ve incelik olarak adlandırdığı ifade biçimleri aslında yalanı mecburi, gerekli hatta faydalı görür. Dizinin birbirinden muhteşem kadın ve erkeklerinin en azından görsel olarak kusursuz bir yaşam sürebilmelerinin yegane yolu usturuplu, dengeli ve yerinde doğru yalan söyleyebilmekten geçer. Kaldı ki hakikatle ilgili her durum sorun yaratacağından yalanın değil gerçeğin ve doğrunun sorun teşkil ettiği ve edeceği görülür. Kısacası dünyalar güzeli yalanları ve yalancılarıyla Little Big Lies hem göze hem de akla hitap ediyor.
Modern dünyanın ve kapitalist sistemin en fazla onayladığı, yüceltmelere doyamadığı, ahlaki ve dini kurumlar aracılığıyla sürekli kutsallaştırdığı ‘aile’ kurumu incelenirken kadının bu kurumu ayakta tutmak için kendinden nasıl vazgeçmek zorunda kaldığı örneklendiriliyor. Her ne kadar merkezde kadınlık ve annelik olsa da aslında ‘koca’ ve ‘baba’ tanımlamaları eşliğinde erkeğin de varoluşuna dair ciddi sorunlar sorgulanıyor. Dört kadının annelik rolleri gereği okul bahçesinde kesişen hayatları ve gelişen arkadaşlıkları farklı sınıflardan ailelerin yaşantısına seyirciyi tanık ediyor. Her birinin farklı iç ve dış dinamikler nedeniyle mutlu olmadıkları ve korumaya çalıştıkları ‘aile’ değerlerine sürekli ihanet etmelerine karşın kurumu yaşatma inançları ve inatları çelişkilerle dolu doğruları zarifçe yalanlıyor aslında. Adorno’nun “yanlış yaşam doğru yaşanmaz“ sözü her karakterin korumaya çalıştığı sistem ve birey çatışmasına detaylı örnekler sunuyor. Karakterler adeta çocuk kandırır gibi kendilerini oyalıyor ve bir şekilde günlerini en renkli şekilde doldurmaya çalışıyorlar.
Örneğin mutlu eş ve mükemmel anne Celeste’in arkadaşları arasında temsil ettiği kusursuz yaşam imajı kaçamak, endişeli ve korkak bakışlarla daha en baştan güçlü ve mutlu imgesini gölgeliyor. Üstelik bu mutsuzluğu Celeste kendisinden bile saklamaya çalışıyor. İlerleyen bölümlerde sürekli bir şeyleri saklar gibi tekleyerek ve yutkunarak konuşması ise yaşadığı şiddetin kendisi üzerindeki yıkıcı etkisini sözler yerine beden diliyle anlattığı için çok güçlü bir etki yaratıyor. Diğer karakterlerin de bir şekilde en çok kendilerinden kaçtıkları ve kendi iç dünyaları ve duygusal boşluklarıyla yüzleşmenin zorluğunda kederli ancak renkli çıkışsızlıklar yaşadıkları görülüyor.
Özneye dair kamusal ve özel alandaki göz kamaştırıcı konforun hiçbir şekilde ruhsal boşlukları doldurmaya yetmediği ve mükemmel hayatın yaşanılan sistem içinde imkansızlığı büyük cümlelerle değil küçük ayrıntılar ve genele yedirilmiş kederli tonla pekişiyor. Ayrıca her ailenin küçük bir reprodüksiyonu sayılabilecek çocuklar sistemin ürünleri olarak bir kez daha Adorno’yu haklı çıkartıyor ve yanlış sistemden doğru sonuç doğmayacağını ispatlıyorlar. Aslında doğru ya da yanlıştan çok görünenle gerçek arasındaki uçurumdan kaynaklanan yaralı çocukların kederlerini saklamayı bilmeleri geleceklerini ve geçmiş kuşakları özetliyor.
Kısacası sarhoş eden sinematografisi, genel dokuya hizmet eden şahane müzikleri, starlardan oluşan oyuncu kadrosu ve şiirsel gerçekçi kurgusuyla Big Little Lies dizi dünyasında sürprizli bir hediye gibi seyircisini mest ediyor.