“Ghost in the Shell” efsanesiyle üniversitenin ilk yıllarında Beşiktaş Sinanpaşa Pasajı’ndan aldığımız korsan bir VCD ile tanışmıştık benim gibi sinema sevdalısı mühendislik okuyan arkadaşlarımla birlikte. Japon animeleriyle ilgili derin bilgilerimiz yoktu ve bu film çok övülüyordu. İzlemezsek olmazdı. Kimimiz aşık oldu filme, kimimiz çok da bayılmadı. Ben ikisinin arasında bir ruh halindeydim hep. Hollywood mahsulü yeniden yapımın basın gösteriminden önceki gece ilk filmi yeniden izledim. Tazelenmek için. Neredeyse 20 yıl sonra tekrar izlediğim anime bir yandan anıları canlandırırken bir yandan da Japon animelerinin öneminin bir kez daha altını çizdi.
Dünyaca ünlü bilim kurgu eseri olan Kabuktaki Hayalet (Ghost In The Shell), 9. Birlik Özel Görev Gücü’nün başında yer alan, özel operasyonlardan sorumlu Benzersiz Saybörg Hibrit’in hikâyesini konu alıyor. Kendisini en tehlikeli suçluları durdurmaya adamış olan 9. Birlik, tek amacı Hanka Robotic’in siber teknolojideki girişimlerini yok etmek olan bir düşmanla karşı karşıya kaldığında hareket etmek zorunda kalır. Rupert Sanders’in yönettiği filmde başrolleri Scarlett Johansson, Pilou Asbek, Michael Pitt, Michael Wincott, Juliette Binoche ve Takeshi Kitano paylaşıyor.
Şurası kesin ki, bu film, efsanenin fanlarını sevenler ve sevmeyenler olarak ikiye bölecek. Sosyal medyada dünya çapında film hakkında görüşlerini bildirenler şimdiden büyük tartışmaların hızlı savunucuları olmuş bile. Ben, biraz uzaktan bakarak ve genele hitap etmeye çalışarak filmi incelemek istedim. Öncelikle şunu belirteyim, ilk “Ghost in the Shell” senaryo anlamında birçok boşluk barındırıyordu. Yanlış anlaşılmasın, ‘hata’ anlamında değil. Aksine animenin yaratıcılarının bilinçli olarak inşa ettikleri bir yapıydı bu. Her izleyici bu boşlukları dilediği gibi doldurmakta özgürdü. Bu sayede de birbirine hem benzeyen hem de çeşitli farklılıklar oluşturan yüzlerce varyasyon oluşuyordu zihinlerde. Yeniden çevrim yapımda ise işin başındakiler efsanenin ana hatlarına saygısızlık etmeden kendi usullerince yeniden yaratmışlar “Ghost in the Shell” dünyasını. Zira her iki yapımda temelinde Masamune Shirow’un mangasına dayanmakta. Üstelik Mitsuhisa Ishikawa adlı yapımcı her iki filmde de sözü geçen biri. Hal böyleyken animeye herhangi bir saygısızlık yapılabileceğini düşünmüyorum. Hollywood, “Ghost in the Shell”i, ticari çıkarlarla ve özellikle de alışkanlıkları 20-25 yıl öncesine göre bir hayli değişen sinema seyircisini de göz önünde bulundurarak yeniden üretmiş. İlk filme saygısını ve minnetini korumuş. Filmin sürprizlerini açık etmemek adına aradaki farkları buraya yansıtmak istemiyorum. Nasılsa izleyince anlayacaksınız…
Teknoloji ve bilimin üstünlüğüne inanan biri olarak, filmin yarattığı atmosfer beni çok şaşırtmasa da bir hayli etkiledi. Hologram teknolojisinin kullanım alanlarını genişleten, robotik, otomasyon gelişimler ve sibernetik çoğaltımların, tam da bilimin hayal ettiği gibi uygulamalarını senaryoya yediren film içten içe geleceğe dair (her ne kadar o günleri göremeyecek olsam da) umutlarımı coşturdu. Bu bağlamda “Blade Runner”, “Terminatör”, “Robocop”, “Videodrome”, “Existenz”, “Total Recall”, “Matrix”, “Ex Machina” gibi filmler ve hatta şu aralar takip etmekte olduğumuz Westworld dizisi gibi cyberpunk bazlı yapımların tadını fazlasıyla veriyor. Açıkçası filmi, uzun metraj olarak sadece “Pamuk Prenses ve Avcı”yı yönetmiş olan Rupert Sanders’ın çekeceğini öğrenince bu işte bir yanlışlık var, daha deneyimli birine bu proje teslim edilmeli diye düşünmüştüm. Ancak Sanders yanılttı beni. İyi iş çıkarmış diyebilirim. Başta Scarlett Johansson olmak üzere oyuncularla ilgili söylenecek elbet çok şey var ancak ben yalnızca iki ismi önemsedim bu filmde; perdede gördüğüm her an bana derin anlamlar hissettiren Juliette Binoche ve Takeshi Kitano… Onları bu filmin bonusu, kaymağı, hediyesi olarak gördüm.
Filme dair yegane eleştirilerimden biri ilk filmin muhteşem müziklerinden biraz uzaklaşılmış olması. İlkine yakın müzikler beklerdim doğrusu. Zira ilk yapımın müzikleri, efsanenin ruhunun en büyük dayanaklarından biri olan Japon kültürünü çok iyi yansıtıyordu. Yeni yapımda ise bu yok maalesef. Daha evrensel ve ülkesiz bir film olagelmiş bu haliyle. En temel ayrılıklardan bir diğeri de işin felsefesini ilgilendiriyor. İlk filmde baş karakterimiz olan Binbaşı, başına gelenleri varoluşsal bir şekilde değerlendirmeye çalışıp kendince kabuğundaki hayaleti önemli bir yere konumlandırmaya çalışırken, son yapımda Johansson’un yorumladığı Binbaşı daha çok ‘senin annen bir melekti yavrum’ ipucunun peşinden koşarak ‘geçmişçilik’ oynuyor.
Sadede gelecek olursak, “Ghost in the Shell”i izlemeye gitmeden önce efsaneye olan bağlılığınızı bir kenara bırakarak gidin derim. Öteki türlü filmden keyif alamazsınız. Şunu unutmayın ki, bu yapım bir remake. Aynısını beklemek hata olur…